26 Aralık 2012 Çarşamba

Yılbaşı, yılsonu

Bir yıl daha bitiyor işte....
2012'yi de bitirdik, gelsin 2013.....

Her yılbaşı bir umut, bir başlangıç gibidir benim için, çok severim yılın bu dönemini; aynı zamanda düşüncelere de sevk eder beni.
Çünkü yeni başlangıçlarla birlikte, geçip giden zamanı, bitişleri, sonları da temsil eder.
Sormayın, çook karışık duygular demek yılbaşı dönemleri benim için :)...

Yeni bir yılı kutlamak; umutla, hevesle, heyecanla bakmak yeni yıla...
Diğer taraftan da, bir önceki yılbaşını, o zamanki umutlarımı, heveslerimi, heyecanlarımı hatırlayıp, ne kadarını tamamladığımı, ne kadar ilerleme kaydettiğimi düşünmek, hesaplamak...

Yazmakta bile zorlandım şimdi, geçen zamanı düşünmek kolay değil.
Bu hayatta yerine koyamayacağımız tek şey işte, geri gelmiyor bir kez geçince
Çok düşününce üzerinde , yaşadığın her "an"ı doğru yaşama zorunluluğu duyuyor insan...

Hayat böyle birşey işte, insan tek bir hakkının olduğu, ama "yaptım bitti, o an o seçimi yapmıştım, geçti gitti" demenize izin vermeyecek kadar çok "an"dan ve "yol ayrımı"ndan oluşuyor.

Hayat nasıl dolu dolu yaşanır, yaşadığınız hayat ne zaman, nasıl daha anlamlı olur, insan ne yaparsa geriye dönüp baktığında yaşanan "an"ları doğru, düzgün, dürüst ve anlamlı yaşadığını düşünür?

Bu kadar üzerinde düşünce, "an" be "an" inceleyince de, insan gerçek anlamda yaşayamıyor hayatı, bırakamıyor kendini...
Çok zor bu işin dengesi, yani hem "an"ı yaşayacaksın, tadına varacaksın, bir iz, bir etki bırakacak üzerinde; hem de doğru, düzgün yaşayacaksın o "an"ları ki, doğru tarafı seçeceksin ki yol ayrımlarında, yaşadığın hayat da senin hayatın olsun, rüzgarda savrulmak yerine
Bunu ben seçtim, bunu ben yaptım diyebilesin.

İşte yılbaşı demek, yeni yıl demek böyle şeyler düşündürüyor bana... fazla mı takıntılı, fazla mı detaylı, kim bilir?
Ama böyle güzel güzel üslenmiş, ışıklar içerisindeki, gelin gibi Beyoğlu, Niaşntaşı sokaklarını gördükçe, herkes yeni yıl dileklerini paylaştıkça, birbirine hediyelerini verdikçe, sevdiğim insanlara hediyelerini aldıkça, böyle içim bir sevinç, bir heyecan kaplıyor, unutuyorum hepsini; kendimi umutlar, hayaller, heyecanlar selinde buluveriyorum işte:)
Tekrar yazamazsam, ki yazamam muhtemelen :), herkesin yeni yılı, 2013 yılı, kutlu olsun, bu yıl herkese dilediklerini, umut ettiklerini, mutluluğu, sağlığı, huzuru getirsin ......
İyi yıllarrrrr ......


15 Kasım 2012 Perşembe

Tek başına seyahat - Porto 2

Bu anlatacağım aslında Porto'daki 3. günümdü. Tatil bitip iş telaşına düşünce, biraz gecikti yazım ne yazık ki.

*******

Porto'daki son günüm olacaktı, ertesi sabah erkenden Lizbon'a yola çıkıyordum. Gezip görmek istediğim çoğu yeri de tamamlamıştım, bu yüzden bu günü, tam da bu tatile çıkarken yapmayı düşündüğüm, acele etmeden, koşturmadan, herşeyin tadını çıkararak gezme günü ilan ettim :)
Hava da çok güzeldi, güneş başımın üzerinde muhteşem bir şekilde ışıldıyor ve içimi ısıtıyordu.
Güne Özgürlük Meydanı'nda dolaşarak ve fotoğraf çekerek başladım. Oradan, Mercado Bolhao - Bolhao Pazarı/Marketine giderek devam ettim. Pazar çok doğal ve güzeldi, çok hoşuma gitti. Pek fotoğraf çekemedim ama bir sürü hediyelik aldım. Gerçi fiyat olarak Ribiera ile pek fark olmadığını söyleyebilirim, en azından benim aldığım hediyeliklerde:)
Pazara kadar zaten yürümüştüm, pazardan sonraki kısmın da neredeyse tamamını yürüyerek gezdim.
Daracık, ama rengarenk, tam da Portekizli bir sürü ara sokaklardan yürüyerek Ribiera'ya kadar indim.  Hatta öyle sokaklardan geçtim ve o kadar uzun süre yürüdüm ki, Ribiera'ya geldiğime inanamadım bile:)
Ribiera'da, güneşin de baştan çıkarıcı etkisiyle (önceki 2 gün öyle üşümüştüm kii :)) mola verdim, meydanda bir kafede kahvemi içip, uzuuuun uzun oturdum. Etrafı izledim ve güneşin beni kemiklerime kadar ısıtmasına izin verdim.
Arkasından, Dom Luis Köprüsü'nden yürüyerek nehrin karşısına geçtim, Porto'nun fotoğraflarını çektim, oturup güzel bir yemek yedim ve Sandeman'da şarap tadımına katıldım. Villa Nova de Gaia şehrinin (aslında sadece nehrin karşısında ve yürüyerek geçiyorsunuz ama başka ir şehir işte :)) sokaklarında yürüdüm.
Porto'ya geri döndüm, Vinology denen Ribiera Meydanı'nın hemen arkasındaki tramvay durağına çok yakın bir şarap evinden şaraplarımı satın aldım ;)
Hostele götürmek biraz zor oldu, ama eve getirmek (4. kat, asansör yok :)) biraz daha zor oldu.
Olsun, Porto'da çok güzel, aslında biraz aylak ama çok keyifli bir gün geçirdim.
Akşam, Özgürlük Meydanı arkasındaki sokaklarda biraz dolandım, çok güzel restaurantlar ve kafeler var. Akşam vakit geçirmek için oldukça ideal, ayrıca da hstelim bu bölgeye çok yakındı.
Ertesi gün sabah Lizbon'a döndüm, dönerken trenimi kaçırdım (nasıl diye sormayın, n'olur), hiç ingilizce bilmeyen bir demiryolları görevilisi beni gişeye götürüp bir şekilde 30 euroluk bir sonraki trene beni 10 euro'ya bindirmeyi başardı. Nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Fakat , treni beklerken makineden yanlışıkla alıp içtiğim capuccinodan mıdır yoksa trenin anormal bir şekilde sallanmasından mı bilmiyorum (oysa hayatım boyunca ne araba, ne de deniz tuttu beni ) midem kötü oldu.
Lizbon'a inmez otelime gidip yattım. Hosteller çok uygun fiyata geldiği için Lizbon'daki son akşamımda kendime güzel bir otel ısmarlamaya karar vermiştim. Öyle 5 yıldız bir otel değil, butik, yerel ve rahat bir yer olsun istemiştim.
Zuza B&B'de kaldım. Sıcak bir banyo ve üzerine güzel bir dinlenme ile daha iyi oldum. Otel personeli çok cana yakın, çok yardımseverdi ve beni rahat ettirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Akşam daha iyi hissedip,  oldukça yakın olan Barrio Alto bölgesine yürüdüm, güzel bir italyan restaurantında yemek yedim, dolaştım, biraz karanlık veI ssız görünmekle birlikte (Taksim ya da Kadıköy'e kıyasla) oldukça keyifli mekanlar bulunuyor.
Lizbon'daki akşamları geçirmek için çok uygun.
Ertesi gün,sabah kalkıp otelimde kahvaltımı ettim. Kahvaltı inanılmazdı. Bir haftadır mısır gevreği yediğimi düşününce, Portekiz mutfağından hamur işleri, değişik peynirler, omlet ve kahvaltıya özel taze meyvelerle hazırlanmış yoğurt ve waffle. Çok başarılıydı. Kahvaltı mekanı, otelin içerisindeki salon diye düşünebileceğimiz bir ortak kullanım alanında, büyük bir masadaydı ve otelde kalan  2 çift ile birlikte otelin sahibi de kahvaltıyı bizimle yaptı. Çok keyifli bir kahvaltı, güzel yemekler ve birisi California, diğer Berlin'den gelen 2 çiftle çok keyifli bir sohbet oldu.
Sonra Belem'e gidip, Nata alıp geri gldim, sokaklarda yürüyerek otele, oradan da havalanına gittim.
Portekiz seyahatim için Zuza çok keyifli bir final oldu, ama ne yalan söyleyeyim, kalbim Porto'da kaldı. Lizbon uzun bir tarihçeye sahip, kozmoolit, farklı kültürleri barındıran keyifli bir şehir. Ama Porto, ahh Porto. Daha küçük, daha samimi, daha az bozulmuş ve daha doğal. İnsana huzur veren, ayrıca çok da romantik bir şehir bence. Kesinlikl tekrar gitmek isterim.

******

Eveeet, Portekiz izlenimlerim bu şekilde. Umarım gitmek isteyenlere de güzel bir rehber olur.





6 Kasım 2012 Salı

Tek başına seyahat - Porto 1

Eveet efendim,  her ne kadar her akşam belirli bir vaktimi gezimin detaylarını sizlerle paylaşmaya ayırsam da, 1 gün geriden geliyorum ne yazık ki.
Porto'ya dün geldim, ancak bugün yazabiliyorum.
Ama, dün ve bugünü birleştirerek bu akşam arayı kapatmayı umuyorum. Çünkü dün günümün bir kısmı yolda geçtiğinden, anlatacak daha şeyim var :)
Ama bugün çok dolu dolu geçti.
******
Dün sabah kahvaltıdan sonra Santa Apolonia istasyonuna geçtim. Saat 10:30 gibiydi ve Porto'ya ilk tren 11:30'daydı.
Saat 15:00'e doğru trenimiz  Porto'ya vardı.
Trenden iner inmez ilk farkına vardığım şey buzzzz gibi hava oldu :)
Bir taksi bulup binene kadar resmen titredim.
Oysa Lizbon'da tişört ya da pamuklu sweatshirt denebilecek kalınlıkta kıyafetlerle dolaşıyorduk.
Porto'ya üstümde yanımdagetirdiğim en kalın montla indim  ve dondum.
Hostelime geldim, burayı da çok sevdim. Tattva Design Hostel. Lokasyon çok iyi, şehrin içerisindeki pek çok önemli lokasyona çok yakın. Ayrıca yepyeni ve çok ferah. Oasis'in kendine özgü bir samimyeti ve rahatlığı vardı. Burası daha hijyenik, daha temiz daha havadar; ama biraz da otel/yurt gibi.
Çalışanlardan da çok memnun kaldı bu arada, hepsi inanılmaz sıcakkanlı ve yardımseverler.
Hostele yerleşip, soluğu sokaklarda aldım.
Hostel Batalha denen semte/bölgeye çok yakın. Hemen buradan fünikülere binip, Ribiera'ya indim.
Bayıldım, gerçekten bayıldım. Lizbon, evet güzeldi. Bu vakte kadar gezip çok sevdiğim şehirler oldu; ama burası bambaşka. Küçük, samimi, sessiz, insanları çok sıcakkanlı ve yardımsever.
Dom Luis Köprüsü
Ribiera,  hemen nehir  kenarında, şehrin en eski ve otantik, orijinaline en yakın şekilde korunmuş bölgelerinden birisi. Büyükcene bir meydan gibi düşünülebilir. Fünikülerden daha inmeden, Dom Luis Köprüsü'nün inanılmaz güzellikteki manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Meydanda takı vs satan tezgahlar, cafe/restaurantlar, nehirde tur yapan tekneler ve buna benzer turistik mekanlarda bulunabilecek şeyler var.
Ama ortam öyle huzurlu, öyle kendisine has ki. Daha Ribiera'ya iner inmez, bir Porto yerlisiyle tanıştım. 60'lı yaşlarındaki Euclides, bana şehir hakkında bilgi verdi, nerelere gitmem neleri görmem gerektiğini anlattı.
Nehrin diğer tarafında şarap imalathaneleri var, onlara yarın gideceğim. Onlardan bahsetti, bir tanesini tavsiye etti, yarın gidip test edine yazarım :)
Yarım saatten fazla sohbet ettik, çok keyif aldım ve çok yardımcı oldu.
Sonra da oturup deniz mahsullerinden oluşan güzel bir yemek yedim.
Ribiera'da gün batımı
Hani bazen bazı anılar, bir koku, güzel bir müzik, bir plajda güneş ışığının teninizde bıraktığı sıcaklık gibi ufak detaylarla insanın hafızasına kazınır ya; Porto - Ribiera da benim için öyle oldu. Günbatımındaki muhteşem kızıllığın hemen arkasından, yemeğimin üstüne gelen Caffe Latte'mi avuçlarımın arasına aldığım anda parmaklarımdan tüm vücüduma yayılan sıcaklığı hiç unutamayacağım sanırım.
Bu arad, bu şehri çok romantik bulduğumu söylemeden de geçemeyeceğim. Gerçi tek başıma geziyorum ama, romantik bir gezi ya da aşk tazelemek isteyenler için çok uygun bence.

Bu sabah erkenden yola çıktım Ne yazık ki, güzel haftasonu (yani insanların da benim de çalışmadığımız günler) geride kalmıştı ve iş başlamıştı. Sabahın köründe bir dizi iş telefonundan sonra gezime başladım.
Se Catedrali'nin fotoğraflarını çekip, merdivenlerden yürüyerek tekrar Ribiera'ya indim. Ribiera'nın sonuna kadar yürüyüp, sağ taraftaki sokaklardan bir arkadaki ana caddeye çıktım ve oradan tramvaya binerek Okyanus kenarına kadar gittim. Okyanus ne büyük ve ürkütücü birşeymiş öyle :)







Castelo Queijo
Bir süre kocaman dalgaları izledkten sonra, bu sefer otobüsle Castelo Queijo'ya kadar gittim. Biraz fotoğraf, biraz yürüyüş derken, tekrar otobüse atlayıp Matosinhos'a gittim. Bu bahsettiğim yerler aslında aman görmezseniz olmaz yerler değil. Castelo Queijo'dan kocaman bir kale beklemeyin, Matosinhos'ta ise eski büyük bir market (çiçek pazarı bile var içinde) ve deniz mahsulleri ağırlıklı yemek yapan esnaf lokantası tipli restoranlar dışında pek birşey yok.  Ama gelmişken göreyim dedim :)



Casa de Musica

Casa de Musica
Arkasından tekrar otobüse atlayıp, Boa Vista bulvarına gittim. Bir noktada inip yürüyerek mimarisiyle dikkati çeken konser ve sanat merkezi Casa de Musica'ya kadar geldim. 2000'li yıllarda yapılmış olan bu binanın mimarisini de doku ve devamlılık açısından çok başarılı buldum.
Yürümeye devam :) Kirstal Sarayı'na geldim, aslında önemli olan bahçesi, sarayın içinde pek birşey yok. Bahçeyi gezdim, ama önemli bir uyarı. Bahçenin tek giriş çıkışı var, öyle Central Park ya da Maçka Parkı gibi, bir tarafından girip öbür tarafından çıkarım yanılgısına düşmemek lazım :)
Livraria Lello

Livraria Lello
Kaldığımız yerden yürümeye devam :) Geldik Livraria Lelloe'ya - Lello Kitapçısı. Kitapçı deyip geçmeyin, iç mimarisiyle Harry Potter kitaplarına ve filmlerine ilham kaynağı olmuş bu güzel kitapçıyı mutlaka görmelisiniz.
Buradan çıkıp Praça de Liberdade -Özgürlük Meydanı'na geçtim, ama diğer yerlerin yanında burası sönük kaldı :)
Çok yorucu, bol yürümeli, bol deniz mahsullü ve hayrettir ki az kahveli; ama çok keyifli  bir gün geçirdim.
Akşam yemeğini yine Ribiera'da yedim. Açtıkları şişe şarabımı da pek tabi ki bitiremeyip paket yaptırıp hostele getirdim :)
Yarın şarap imalathaneleri, tekne turu v.b. ile burada olacağım :)



4 Kasım 2012 Pazar

Tek başına seyahat - Lizbon 3

Dün çok yorgundum yazamadım. Bugün 2 günü birden aradan çıkartmayı düşünüyorum :)

*****
Avenidad Liberdade
Dün sabah kahvaltımı erkenden edip, yollara düştüm. Marques do Pombal denen, Lizbon şehrinin merkezindeki bir meydandan başlayarak Avenue Liberdade üzerinde yürümeye başladım. Sabahın körü olduğu için, sokaklar oldukça boştu ve henüz mağazalar bile açılmamıştı.
Çok çok uzun olmayan, yürüyerek gezmek için çok elverişli, her iki tarafında bolca ağaçlar bulunan güzel bir bulvar burası.
Genişçene bir Nişantaşı caddesi gibi düşünebilirsiniz, çünkü oradaki markaların pek çoğunun mağaasını gördüm :) (Gucci, Prada, Ermenegildo Zegna, vs.)
Sabah yağmur sonrası (hatta hala biraz atıştırıyordu) boş sokaklarda yürüyüp, fotoğraf çektim. Bulvarın sonunda Restauradores Meydanı'na çıkılıyor. Büyük bir meydan, restaurantlar, cafeler, mağazalar var.
Bu meyadana çok yakın bir kafede oturup kahvemi içip Nata tatlılarımı yedim. Pasteis de Belem'de yapılanların daha güzel olduğunu kesinlikle söyleyebilirim :) Bu arada ben otururken indiren sağanak yağmurdan hiç bahsetmiyorum bile.
Bu uzun bulvarın ve meydanın ardından, yollar daralıyor ve nehre doğru inen sokakları dik kesen başka pek çok sokak önünüze çıkıyor.
Sisler içerisindeki Sao Jorge Kalesi -
Santa Justa Asansöründen
Bu sokaklarda çok ilerlemeden önce, hemen sağda Lizbon Asansörü'nü (Elevador de Santa Justa) görebilirsiniz. Baixa denen daha alçakta bulunan bir bölgeyle Largo do Carma denen daha yukarıdaki başka bir bölgeyi birbirine bağlayan bir asansör bu. 1800'lü yılların sonunda yapılmış, görüntü olarak oldukça estetik olduğu gibi, yukarıdan şehir manzarası da oldukça hoş bence.
Oldukça sisli ve kapalı bu günde, çektiğim fotoğraflar da günün karakteristiğini yansıtır nitelikte oldu. Biraz karanlık, biraz gri, biraz kapalı ve sisli. İçim kararmadı desem de yalan olur tabi ama yine de güzel bir gündü.
Beni karşılayan Lizbon Kapısı'ndan geçerek nehir kenarına kadar geldim.
Dün yerine getirmem gereken pek çok ödevim vardı. Hiç oyalanmadan, hatta yakınında geçmesi gereken 28 numaralı tramvayı bile beklemeden, Kale'ye doğru yola çıktım. Mesafe haritadan bakınca çok kısa, ama Lizbon'un pek çok diğer kısmı gibi çok yokuş bir bölgede. Bir yokuşu çıktım ve hemen sağ tarafta girişinde asansörü de olan bir alışveriş merkezi/market v.b. vardı. Asansörü kullanarak kendinizi daha yukarıdaki bir sokağa atabiiyorsunuz, öncesinde ve sonrasında çıktğım yokuşlar bir yana, bu asansör beni tam 7 kat yüksekliğindeki bir yokuşu/merdiveni çıkmaktan kurtardı Yapandan Allah razı olsun diyoruz :)
Kale'den Lizbon'a bakış
Kale görülmesi gereken bir yer, oldukça iyi korunmuş bence. Şehri yukarıdan gören güzel noktalardan birisi ve surlarda yürümek, fotoğraf çekmek, sadece şehre bakmak bile keyifli. Hatta şanslıysanız, Kale'ye gittiğinizde, konser ya da gösteri sanatları performanslarına rastlayabilirsiniz.
Vaktim giderek azaldığından, bir taksiye atlayarak Sintra trenlerinin kalktığı Rossio istasyonunun yolunu tuttum. Taksi şoförü, çok az ingilizcesiyle bile çok tatlı ve sıcakkanlıydı,  5 dakikalık yolda bile sürekli benimle sohbet etmeye çalıştı :)
Yaklaşık 35 dakikalık bir tren yolculuğuyla Sintra'ya vardım. Burada tren istasyonundan biraz uzakta eski/tarihi Sintra şehri ve yakın çevresinde de pek çok saray var. Eğer böyle şeylerden keyif alıyorsanız,  yüksekte, sisler ve uzun uzun ağaçlı ormanlarla çevrelenmiş sarayların bir kısmı yürüyüş mesafesinde. Tabi yürüyüş dediysem, sağlamında 1:30 ya da 2:00 saatlik yürüyüş mesafesi, hem de oldukça yokuş.
Şehrin yakın çevresindeki sarayları görmek için aynı zamanda tren istasyonundan çıktığınızda hemen sağ taraftan kalkan otobüsler var. 5 euro vererek, farklı rotalara sahip bu otobüslerden birisine ya da birkaçına binebilirsiniz. Sarayları görüp şehre dönebilirsiniz. Ya da benim yaptığım gibi ring olan otobüslerden birine binip hepsini sadece dışarıdan izleyip şehre dönerek ( tren istasyonunun olduğu yere değil, tarihi şehre) güzel bir yemek yemeye de vakit ayırabilirsiniz :)
Ve evet deniz mahsulleri burada gerçekten taze ve güzel, yanına da güzel bir Porto şarabıyla tadına doyum olmuyor:)










Sintra'dan dönüşte bir tek görevim kalmıştı geriye, Oriente istasyonunun görmek. Oraya kadar gitmişken hemen yanındaki Vasco De Gama alışveriş merkezine de uğradım. Bünye alışmış bir kere, belirli sürelerde bir AVM şart :) ( şaka bir yana , oradan aldığım aparat sayesinde fotoğraflarımı buraya ekleyebildim :))
Pek çok ödevimi yerine getirdim ve de aslında Lizbon defterini, en azından bir süreliğine (2 gün sonra tekrar orada olacağım) kapatmış oldum :)



2 Kasım 2012 Cuma

Tek başına seyahat - Lizbon -2

Bu sefer tatile bilgisayar ile geldim ya, herşeyi hemen anında bildirmem lazım tabii :)
Ama, b meretin SD kart yuvası yok; dolayısıyla fotoğrafları hemen ekleyemiyorum.
Internnet fotoğraf bulup koymaktan da hoşlanmadığım için, fotoğraflar, mecbur yarını bekleyecek :)
*****
Güne erken bir kahvaltı ile başlayıp, biraz çalışıp biraz da dinlendikten sonra, güzel bir yürüyüş turu ile devam ettm.
Kaldığım hostelin Lizbon'un yürüyerek gezildiği rehberli bir turu vardı, ona katıldım.
Biraz hızlı gezdik, canım çıktı ama çok da memnun kaldım.
Yaklaşık 3,5 saat neredeyse hiç durmadan yürüdük; önemli lokasyonların büyük kısmını gezdiğimizi düşünüyorum.
Sebze, meyve, et ve balık pazarından, barlar sokağına, Arapların çoğunlukla yaşadığı etkilerinin hissedildiği Alfama bölgesinden, Lizbon asansörüne, pek çok yeri yürüyerek gezdik.
Hepsine bol bol vakit ayırma şansımız olmadı elbette; ancak genel anlamda şehrin önemli kısımlarını büyük oranda tamamlayıp, ilgimi çeken görmek istediğim yerlere de karar vermiş oldum.






Tur ekibmiz de işte budur :)

Arkasından şehrin biraz dışındaki Belem bölgesine gittim.
Belem Kulesini, Discover Monument adıyla geçen heykeli ve Jeronimo Manastırını gördüm, Pasteis de Belem'de pasteis de naturale yedim, ki bence oldukça güzeldi; hatta 2 tane yedim :) Fırında pişmiş bir çeşit milföy hamuru içerisinde muhallebiye benziyordu; lezzetli buldum. Ancak cafe latte için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki.
Mekanın önünde bir dünya sıra vardı; hemen vakit kaybetmeden sıraya girdim. Tüm yol boyunca tramvayda, oturup pastamı yiyip kahvemi içeceğim anın hayalini kurmuştum. Oysa gel gör ki, yanlış sıraya girmişim, paket servis ya da oracıkta tezgahın kenarında ayakta yeme sırasıymış benim girdiğim.
Elimde tatlılarım ve kahvem, uzunca bir süre masa arayıp bulamayıp, en sonunda ayakta yiyip içerek, arkasından anıt ve kuleye doğru hareket ettim. Allah'tanır ki anıttan kuleye doğru hareket ederken, yolda karşıma nehir manzaralı bir cafe çıktı, o arada yağmur da hızlanmıştı. Oturup dinlendim, ısındım, biraz da kurudum.
Ama sonuçta o kadar uzun süre yürüdüm ki, ayaklarımı yere basamıyorum, acıdan :(. Akşam hiçbir yere gidecek halim kalmadı, hostelde oturdum internette takılıyorum.
Yarın daha planlı olmayı umuyorum, gelişmelerden sizleri de haberdar ederim :)

Tek başına seyahat - Lizbon

İşten güçten öyle bunaldım ki, tabi bir de annemin rahatsızlığı derken; bütün yaz ne izin kullanabildim, ne doğru düzgün tatil yapabildim.
Sonunda, aylardır istediğim Portekiz seyahatimi yapmaya karar verdim. Tek başıma da olsa gidecektim,   zaten Portekiz'de yaşayan da bir arkadaşım vardı, tatilin bir kısmında da onu görecektim, böylece tamamı yalnız geçmeyecekti. Bu arada, işler güçlerdi, bayram tatiliydi, Schengen vizemin bitmesiydi derken takvim öyle sıkışık bir hale geldi ki, THY'nin sayfasında kendime uygun bilet ve tarih ararken bir anda gördüm... 
Tam orada gidip onu almam için beni bekliyordu, 1-8 Kasım 2012, vizem 9Kasım'da bitiyor ve gidiş dönüş 231 TL :D:D 
İnanabiliyor musunuz, ben de inanamadım ve hemen aldım tabi ki. 
Sonra farkına ortaya çıktı ki, 4 Kasım'da çok sevdiğim bir arkadaşımın düğünü var ve aylar öncesinden haber vermişti aslında; Portekiz'de yaşayan arkadaşım 5 yıldır ilk kez Türkiye'ye geliyor ve tam da benim Portekiz'de olacağım haftada :) Üstüne bir de son 1 yılın en büyük projesinin en önemli safhası bu haftaya denk geldi :)
Ama gitmeliydim, tek başıma da olsa, şartlar uygun olmasa da, gitmem gerekiyordu. 
Ve böylece kararlı bir şekilde tatilime çıktım; dün Lizbon'a indim. 
İtiraf etmeliyim, Lizbon ve güzel bir başlangıç yapamadık.
Nereden aklıma geldi bilmiyorum, çünkü taksiler ucuz ve havaalanı şehre yakın olmasına rağmen, ben metroya bindim. Dakka bir gol bir, ülkemin güzide metrobüslerinde başıma gelmeyen bir olay burada geldi. Portekizli bir sapığın tacizine uğradım, inanılır gibi değil. 
Daha tatilin ilk günü ve kalacağım hostele bile henüz varmamışım :( Çok can sıkıcı ama düşünecek vaktim bile olamadı; elimde valizim hostele yürürken, işten gelen telefonlarla dağıldım. 
Lizbon'daki ilk 1 saatimi hatta daha fazlasını ne yazık ki telefonda geçirdim. Problem, problem, problem...
İstifa etmek için bir sebep daha, değil mi? 
Üstelik kendisi için çalıştığım GSM şirketi, bana hemen çalışan limitinizi aştınız diye de bir mesaj bile gönderdi. 

Oasis Backpackers' Mansion
Ama tüm olumsuzlukları bir kenara bırakıp, bugün gezime başlamak istiyorum. Bu arada ilk hostel tecrübem, ama kaldığım yere bayıldım (Oasis Backpacers' Mansion). Çalışanlar çok sıcakkanlı, konuklar çok sevimli ve hoşsohbet. Geldiğimden beri daha hiç yalnız kalmadım. Bir sürü insanla tanıştım, Amerikalı, Japon, Avustralyalı ve Suudi :) Bir sürü insanla sohbet ettim. Herkese İstanbul'dan bahsettim ve onları İstanbul'a çağırdım :) 
Kötü giden şeylere rağmen moralimi bozmuyorum ve tatilimin iyi geçeceğine inanıyorum :) 
Siz de tatilimin iyi geçmesi için bana yardımcı olup, güzel dileklerde bulunur musunuz? 
Bu arada güzel Lizbon fotoğrafları çok yakında geliyor, edindiğim tecrübelerle birlikte......
****************
Yavaş yava fotoğrafları eklemeye başladım.

19 Ekim 2012 Cuma

Dünyamın yeni düzeni-Maslak'taki hayatım-Temiz bir sayfa

İş yerim Maslak'a taşınalı ve Maslak'taki yeni hayatımıza merhaba diyeli neredeyse 3 ay olmuş. 
Buraya taşınmanın hayatıma bu kadar değişiklik getirebileceğini hiç düşünmezdim. 
Sabah 06:35 gibi servise biniyorum, ki mutlu azınlıktan bir insandım ve eskiden iş yerime yürüyordum. 
Tabi bu durum hayatımı pek etkiledi, akşam erken yatmak zorundayım, yatamadığım günlerde de hayalet gibi geziyorum zaten. 
Benim gibi uyku problemleri olan (gecenin bir yarısı uyanan) birisi için, 06:35'teki servise yetişmeye çalışmak zaten yeterince zor.
Snra, ne yazık ki yine sadece Maslak ya da TEM otoyolu çevresinde ve Avrupa yakasında çalışanlarn farkında hayatını çoklukla etkileyen, FSM köprü çalışması, Ümraniye Çakmak köprü çalışması gibi; yaklaşık 40 dakikalık yolu 1 saat 40 dakikalara çıkaran etkenlerimiz var. 
Bunlar tabi lojistik etkenler, insanın hayat kalitesini etkilemekle birlikte, Maslak dünyasının en göze batan kısımları değil .
Maslak'a mı özgüdür, çalıştığım uluslarası firmaya mı, buraya geldiğimizden birlikte, şirketçe huzursuzuz.
İnanılır gibi değil gerçekten, iş hayatımızdaki güven hissi yerini büyük bir boşluğa bıraktı ve kaygan bir zemin üzerinde uzun ve engellerle dolu bir yolu yürümeye çalışıyor gibiyiz. 
Her akşam servise yetişmek ile işleri bitirmek arasında seçim yapma noktasında kalıp, ikisini birden yapmaya çalışmak ....
Sonuç, ya servisten ya da evden çalışmaya devam etmek.. geç saatlere kadar hatta...
Ama işlerin hiçbir zaman bitmemesi, hep ertesi güne sarkması, her gün biraz daha fazla...
Ne kadar çalışırsanız, ne üstlerinizi, ne birlikte çalıştıklarınızı, ne de müşterileri memnun edemeyip, bunca çalışmaya, efora rağmen her geçen gün etrfınızı kara bir bulut gbi saran başarısızlık ve değersizlik hissi.....
her gün hayat böyle devam edince, motive olmadan, ama mecburen yoğun bir çalışma ortamı, bu yoğun başarısızlık hissi, jhayatın her gn yoğunlaşan bu hisle gittikçe daha fazla sarılıp sarmalanması....
sabah mutsuz uyanmıyorum, hayır, hiç ilgisi yok....
Ama işe gitmem gerektiğini fark ettiğimde, yapmak zorunda olduum işleri ve günümü bunlara kesinlikle yetmeyeceğini fark ettiğimde... 
İşe gidesim gelmiyooorr...
Biliyorum, istediğin işi yapmak ya da işini yaparken mutlu olmak lüks tüketim maddeleri gibi görünüyor olabilir pek çok insanın gözüne.....
Pek çok kişi şımarıklık olarak bile değerlendirebilir, ama aslında işinin insanı çok mutlu etmesi lüks gibi , kozmetik bir problem gibi görünse de, en azından mutsuz etmemeli....
Kişinin hayatının büyük kısmını geçirdiği, vaktini ve emeğini verdiği işi, onu mutsuz ediyor, uykusuz bırakıyor, sinirlerini yıpratıyorsa, o noktada bir problem var demektir. 
Evet, hiç kolay değil, ama insanı iş değiştirmeye ve aramaya itiyor.... 
Aylardır şu bloga bir yazı bile eklememe engel olacak kadar zamanımı ve zihnimi dolduran işime veda etmeye hazırlanıyorum..
Çünkü, hepimiz insanız ve hepimizin aslında, karnımızı doyurma, başımızın üstünde bir çatı olması gibi temel ihtiyaçlarının dışında, kendini gerçeklemeye de ihtiyacı var. (Maslov'un piramiti) 
Diğerlerini tamamlamaya en yakın olduğunuz noktada, kendini gerçekleme ihtiyacı daha da öne çıkıyor. Yaptığınız işi sevmek, ortaya birşeyler çıkardığınızı, baaşrılı olduğunuzu hissetmek istiyorsunuz... 
İş aramak, bulmak; yıllar geçti bu süreçlerin üzerinde, 12 yıldır aynı yerde çalışıyorum :)
Ama, hayatımda temiz bir sayfa açıp yeni başlangıçlar yapmamın vakti geldi sanıyorum.....



23 Temmuz 2012 Pazartesi

Maslak'ta yeni hayat

Başlığı görenler, bu kız nihayet hayatıyla ilgili yeni kararlar verdi de, hepimiz bu dertten kurtardı mı diye düşünebilir. Ama alakası yok :)
Anadolu Yakası'nda, merkezi bir yerde çalışan ve hatta işine de yürüyerek giden ben; çalıştığım şirketin satılması, başka bir firma ile birleşip Maslak'a taşınması üzerine artık iş hayatıma burada devam edeceğim.
Tabi bu vakte kadar işe yürüyerek giden, hatta işe giden diğer pek çok arkadaşın yolunun üzerinde olduğundan evden arabayla alınıp 3 ila 5 dakika içerisinde evde olan bu insanın, sabahın 6:40'ında servis beklemek üzere yollara düşmesi hayatı için büyük değişiklik :)
Allahtan ki servis yakından geçiyor; ama bu sabahın köründe uyanmam gerekliliğini ortadan kaldırmıyor tabi. Bir de Ramazan, sahur olayı ve de korkunç sıcaklar cabası tabi. Bu aralar İstanbul'un trafik problemi zaten tüm dünya tarafından bilinen bir gerçek; 2. köprüdeki yapım çalışmaları sayesinde tüm İstanbul olarak bir yakadan diğerine geçmeye korkar olduk malum.
Neyse efendim, sonuç itibariyle; iş değiştirememiş olabilirm, hayatımla ilgili büyük kararlar ve aksiyonlar alamamış olabilirim. Ama, bugün itibariyle, kendi isteğimle olmasa bile :), hayatımda büyük bir değişiklik var.
11 yıl 5 ay 4 gündür çalışmakta olduğum, Anadolu Yakası'ndaki güzide iş merkezinden ayrıldım ve kendimi Maslak deryalarında buldum :)
Bunun da bir adım olduğunu düşünüyorum, değişiklikle yönünde, önemli bir adım bence.
Yani iş değiştiremesem de, mekan değişikliği yaparak, şeytanın bacağını kırmak yönünde önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.
Sonuçta, gelişme var, ilerleme, bir adım da olsa :)
Bundan sonra, daha nice gelişmelere, nice aksiyonlara diyorum ;)

22 Temmuz 2012 Pazar

Kitap- Buz ve Ateşin şarkısı

Hayatım ile ne yapmak istediğimi bildiğiniz gibi uzun zamandır düşünüyorum :)
Yakında bir aksiyon planıyla ve radikal kararlarla burada olacağım demiştim, en azından düşünmüştüm, ama hala karar çıkmadı. Ben de bu arada gezdiğim yerlerin yanında, biraz da okuduğum kitaplardan bahsetmeye karar verdim.

En son okuduğum seri -şimdilik Türkçe'ye çevrilen 3 kitaptan oluşuyor, ama İngilizce olarak serinin 5 kitabı yayınlanmış durumda- Buz ve Ateşin Şarkısı'ndan bahsetmek istiyorum.
Fantastik kitaplar sevenler için birebir, yazarın hayal dünyasında yarattığı gerçek olmayan bir dünyada geçiyor, ama gerçeğe yakın kısımları da oldukça yoğun. Bazen fantastik bir kitap yerine orta çağda geçen bir roman okuyormuş gibi hissettiğim de oluyor. Çünkü dünya tamamen hayali olmakla birlikte, fantastik öğelere daha az yer verilmiş.
Öyküyü, farklı karakterlerin ağzından okuyorsunuz. Yazarın hayalinde yarattığı dünyada geçen taht savaşları üzerine ve karakterlerin, olayların, ortamın çok iyi tasvir edildiği; tahtı ele geçirmek için birbirine rakip farklı kral adaylarının ve yandaşlarının planlayıp uyguladıkları entrikaların, politik oyunların çok başarılı anlatıldığı bir kitap.
Kitaptaki öykü üzerine çok fazla detay vermek istemiyorum; zaten çok uzun ve özetinden bile bir kitap çıkabilir :)
Ancak, sizi çok iyi tasarlanmış ve çok iyi anlatılan başka bir dünyaya götürdüğü kesin. Özellikle benim gibi bu dünyadaki hayatından biraz sıkılmış kişiler için birebir diyebilirim. Akıcılığı ve nakış gibi ince ince işlenmiş olay örgüsü ile, sizi alıp yazarın hayalindeki bambaşka bir dünyaya götürüyor. Arya, Catelyn, Sansa, Tyrion ve diğerleri... Karakterler, Amerikan sinemasından alıştığımız üzere, tamamen iyi ya da tamamen kötü değil. Zor koşullar altında insanın nasıl tepkiler verebileceği, nasıl davranabileceği üzerine ya da iyi niyetler yapılan kötü hamleler; kötü niyetlerle atılan ama sonuçları iyi olan adımlar.... Kitabın derinliği, bu tarz fantastik bir kitaptan beklediğinizden çok daha fazla....
Televizyonda dizisine de denk gelmiş olabilirsiniz. 1. sezon kitaptan neredeyse birebir uyarlanmış olmakla birlikte, 2. sezonda dizinin senaryosu ve kitap zaman zaman ayrılıyor.
Bana sorarsanız kitabı tercih ederim; dizide üstünkörü anlatılan bazen hiç verilmeyen, okurken kitabı çok daha keyifli hale getiren leziz detaylar, psikolojik çözümlemeler var.
Benzer türlerden hoşlananlara tavsiye edebileceğim bir kitap. Fantastik olmakla birlikte, edebi açıdan da kurgu açısından da oldukça derinliğe sahip; aynı lezzeti almak istiyorsanız Epsilon yayın evinden Sibel Alaş'ın çevirisinden okumanızı tavsiye ederim.
http://georgerrmartin.com/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Buz_ve_Ate%C5%9Fin_%C5%9Eark%C4%B1s%C4%B1


26 Haziran 2012 Salı

İlerlemek, bir adım bile olsa daha ileriye gitmek

Bu blog'u açalı neredeyse 2 yıl olmuş. Kaç yayın var bakmadım, ama istediğim, hayal ettiğim kadar olmadığı kesin.
Bir yerlere gidip bir yerler gördüğümde bir şeyler denediğimde, paylaşıyorum; en azından paylaşmaya çalışıyorum. Ama bu kadar.
Diyeceksiniz ki, kafandan geçen hiç mi bir düşünce yok bunca zamandır paylaşacak; ki diyebilirsiniz, çünkü ben dedim kendime bunu.
Alakası bile yok :)
Fazlasıyla düşünen bir kişiyim aslında; o halde yazacak bir konu neden bulamıyorum, neden yazamıyorum...
Kafamı kurcalayıp duruyor...
Bugün biraz daha düşününce, bu blog yardımcı oldu sanırım biraz, baktım ki 2 yıl önce yazdıklarıyla bugün yazacaklarım arasında pek bir fark yok sanırım.
Bazı hedeflerim vardı, evet bir kısmını gerçekleştirdim;
ama hala yalnızım, hala aslında birlikte olmamam gerektiği
halde olduğum, uzunca bir süre de ayrılamadığım o adamı
özlüyorum, başkasıyla olamıyorum, ama onunla da
olamıyorum; hala işimden dolayı mutsuzum, kazancımı
beğenmiyorum; son günlerde kariyerim ileriyi bırakın,
geriye gidiyor.
Yani aslında baktım, 2 yıllık bir yerinde sayma durumu... Hiç ilerleyemeyen, sürekli düşünen, ama aksiyon alamayan bir insan....
her bir hareketten önce o hareketi yapmaması için en mantıklı sebepleri bulabilen bir kişilik...
Bunun bir sebebi olmamalı; hep kafası çalışan bir insan olduğumu düşündüm, etrafımdaki insanlardan benden öğütler, tavsiyeler aldılar, onların yerine düşünüp onları yönlendirdim...
Ama şu hale bak, herkes hayatında ilerlerken, ben yerimde sayıyorum...
Bunun sebebini de görebilmiş değilim.. Nerede yanlış yapıyorum, neresi eksik, ne yapmalıyım ilerlemek için....
Aslında ilerleyebilmek için, önce ne yöne gideceğini bilmek gerekir, değil mi ?
Ne yöne ilerleyeceğini bilemeyen birisi nasıl ilerleyebilir ki?
Yürüdüğüm yoldan memnun değilim bunca zamandır, hiç mi yol ayrımı çıkmadı karşıma; hiç bilemedin insan geri döner, değil mi ama  ? :) Yok, sanırım korkutucu geliyor, nereye doğru gitmek istediğimi bilmediğim gibi, karşıma çıkabileceklerden de korkuyorum ne yazık ki.
yani kim yolun sonunu en başından görebiliyor ki, nerede o bilinmezliğin getirdiği heyecanlar, ya da yeni şeyler denemenin...
Yapmam gereken ne yöne ilerleyeceğime karar vermek öncelikle, hayatımla ne yapmak istediğimi bulmak; sonra da ne çıkacağını bilemesem de, doğru olduğuna inandığım yolda yürümek.....
Kaçıncı kez yazıyorum bunları.... :) Sıkıldınız değil mi, okuyanlar bile sıkılmışken yaşayan kişi nasıl sıkılmaz? Mümkün mü?
Kendime ödevim bu olsun, bir dahaki yazıda aksiyon planımdan ve aldığım kararlardan bahsetmeyi umuyorum:)

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Eskişehir gezisi - 2

Eveeet, nerde kalmıştık...
En son Adalar'daki kahvaltıdan sonra Odunpazarı evlerine doğru yola çıktık.
Biz arabayla gittik, ancak şehir merkezinden toplu taşıma
 ya da vaktiniz varsa yürüyerek de ulaşılabilecek bir yer.
Odunpazarı semtindeki eski evlerin Büyükşehir Belediyesi tarafında restore edilerek kullanıma açılması sonucunda  orijinal ve estetik bir ortam oluşmuş.
Eski evler gerçeğine uygun bir şekide restore edilerek, butik otel, Cam Sanatları ya da Karikatür müzesi gibi kültüre ve sanatsal kullanım amaçlarının yanı sıra, seyahat acentası, restoran, dernek v.b. olarak da kullanılmaya başlanmış.




Odunpazarı evlerindeki gezimize Atlıhan Çarşısı
ile başladık. Restore edilmiş olan çarşı, eğer lüle
taşından yapılmış olan takı v.b. almak istiyorsanız
en uygun duraklardan bir tanesi.Burada lüle
taşından yapılmış takı, satranç taşı, tespih v.b. pek
 çok objeler satan mağazaların tamamı Belediye
tarafından da sertifikalandırılmış ve aldığınız
ürünlerin orijinal olduğuna emin olabiliyorsunuz.
Hediyelik yada kendinize almak için pek çok ürün
bulabilirsiniz.
 Buradan Kurşunlu Külliyesine geçtik. Eski külliye restore edilmiş; bir kısmı mevlevilere ait bir dernek, bir kısmı nikah salonu, bir kısmı da, lüle taşı müzesi olmuş.





Lüle taşı müzesinde yer alan objeler gerçekten birer sanat eseri. Hepsi incelik ve ustalığın gerçek bir sentezi.







Buradan cam atölyesine giderek, camdan bir vazonun yapılışına baştan sona şahit olduk. Ne kadar zor bir iş; fiziksel koordinasyonun yanı sıra yaratıcılık ve sabır gerektiriyor.




Odunpazarı evlerinin ana yola yakın bir kısmında Cumhuriyet müzesi var, orayı da gezdik. Genel olarak Cumhuriyetin ilk döneminden Atatürk ağırlıklı fotoğraflar, Atatürk'ün bazı kişisel eşyaları ve aynı dönemlerden gelen gazetelerden oluşuyor. Fotoğraflara bakarken, ister istemez o dönemi, Kurtuluş Savaşı'nı ve bizim bugün bu hayatı yaşayabilmemiz için dökülmüş kanları verilmiş canları düşünüyorsunuz ve etkileniyorsunuz.
Müze gezimiz de bitince, soluğu Kentpark'ta aldık. Eskişehir'de çok güzel, büyük parklar yapmışlar. Kentpark da onlardan bir tanesi, çok büyük bir alanda yeşil alan, kafe, restaurant, kocaman boyutta bir havuz ve bir de yapay plaj var. Yapay plaj gittiğimizde bakımdaydı, ama geçen yıl normaldeki halini de görmüştüm. Gerçekten bir plaj :) Hem de Eskişehir'de. Biz gittiğimizde bile çok sıcaktı ki, yazın çok faydalı bir o kadar da kalabalık olacağını düşündük :)
Ertesi güne, şehir merkezindeki "Acıktım Kafedeyiz" diye bir yerde kahvaltı ederek başladık. Evet, isim süper:) Kendisini Four Square'den bulduk, gezi boyunca çok işimize yaradığını belirtmeliyim.




Süper bir kahvaltı sonrası, Sazova'daki Bilim Kültür Sanat parkına gittik. Pek çok büyük şehrimizin bile sahip olmadığı türden, ailelerin çocuklarını götürebileceği, hem çok büyük bir yeşil alan, hem de içerisinde gerçekten çocukların çok ilgisini çeken "Korsan Gemisi", henüz inşaatı tamamlanmamış, ama görüntüsüyle bile yeterince ilgili toplayan Şato, suyun kaldırma kuvvati ve yer çekimiyle ilgili birkaç deney düzeneği, su sporları için kullanılabilen bir yapay gölet, kafe ve restaurantlar var.Parkın etrafını küçük bir tren ile gezebiliyorsunuz. Yurtdışında pek çok ülkede bulunan tema parklarından esinlenerek yapılmış ve daha önünde çok yol bulunmakla birlikte, yine de çocuklar için gerçekten cennet gibi.
Sadece 2 parkın da en önemli sorunlarından bir tanesi, daha yeni oldukları için ağaçlar henüz çok büyümemişler ve yeterince gölge yer yok.
Bunun dışında, parkın hemen dışında, Bilim Deney Merkezi ve Uzay Evi var. Belirli saatlerde rehber ile gezilebiliyor. Bu yüzden planlı programlı gidip hatta önceden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim. Biz saatlerimiz tutmadığından gezemedik, sadece bahçesindeki birkaç ufak düzeneği görüp, uçağın yanında fotoğraf çektirebildik :)

Özet olarak, Eskişehir gezimiz çok güzeldi çok keyif aldık.
Gidenlere tavsiyem,

  • Parkları mutlaka gezin, Kentpark, Şelale Park ve Bilim Kültür Sanat Park'larını çok beğeneceksiniz. 
  • Şehir merkezinde trafiğe kapalı, İstiklal benzeri büyük bir çarşı caddesi var, mağazalar, kafeler ve keyifli vakit geçirmek için pek çok yer var. 
  • Odunpazarı Evleri, urşunlu Külliyesi, Cam Sanatları Müzesi, Adalar mevkii, mutlaka görüp vakit geçirmek gereken yerler.
  • Ulaşım imkanınız var, şehrin biraz dışında Yazılı Kaya var, tarihle ilgilenenlerin ilgisini çekebilir. 
  • Çibörek yemek için herkes Papağan diyecektir, ama değil :) Odunpazarı evlerinin üst tarafında, Kurşunlu Külliyesinin hemen solunda kalan Tatar Kırım Kültür Derneği var. Çibörek yemeniz gereken yer orası. Gerçekten muhteşem, Papağan'dakiler midenize oturur; benden söylemesi :)
  • En önemlisi : Akşam dışarı çıkın!!! Şehir merkezinde uzunca bir sokak iki taraflı barlarla dolu. Türkü bar'dan tutun da karaoke bar'a kadar aklınıza gelebilecek pek çok değişik format var. Bunun dışında, Haller Gençlik Merkezi'nde canlı müzik, 222 Park'ta Cumartesi geceleri Neslihan Demirtaş çıkıyor, türkçe pop sevenlerdenseniz (yenisinden değil, daha çok eskilerinden söylüyor) oldukça başarılı. 
Aslında durum şu, çok renkli bir gece hayatı var; genç nüfus çok. Fiyatlar çok makul, müzikler güzel, ortamlar genel olarak nezih, İstanbul'daki gibi gereksiz ve rahatsız edici kalabalıklar yok, biz bu gidişimizde fazla tecrübe edemedik ama yine de gittiğimiz yerde de çok eğlendik, çok keyifli vakit geçirdik ve çok komik   rakamlar ödedik.
Eskişehir çok güzel ve keyifli bir şehir olmuş; herkese tavsiye ediyorum.
Hatta trenler çalışıyor olsaydı, sırf hafta sonu eğlencesi için bile gitmeyi düşünüyorduk, o kadar yani :)




3 Mayıs 2012 Perşembe

Eskişehir gezisi -1

Bildiğiniz üzere 1 mayıs resmi tatildi; ancak çalıştığım firma kendi kendine 30 Nisan'ı da tatil edip toplamda 4 günlük bir süreyi bize tatil olarak reva görünce, ben de hemen birkaç arkadaşımı ayarttım ve bu 4 günü Eskişehir'de geçirmek üzere organize olduk.
Çok da iyi geldi açıkçası; hava da çok güzeldi ve amele yanıklarım dışında yine çok güzel çok keyifli anılarla döndük Eskişehir'den.
Beraber gittiğimiz arkadaşlardan birisinin biraz rahatsız olması sebebiyle, gece çok fazla dışarıya çıkamadık; o kısımda anlatacaklarım biraz daha eskiye, 1,5 yıl önce, 2010 29 ekim'inde Eskişehir'i ilk gördüğüm günlere dayanıyor olacaktır.
Cumartesi günü öğlen saatlerinde Eskişehir'e doğru yola çıktık. Yol üzerinde Adapazarı'nda yemek molası verip, şehrin içinde, İsmail'in yerinde köfte yiyerek gezimize başlamış olduk. Köfteler oldukça lezzetliydi; çok şık bir yer yapmışlar, genel olarak ortam ve servisten de memnun kaldık. Üstüne de bir kabak tatlısı yedik, ki hatay usul kireçte kabak tatlısı kadar olmasa da; oldukça lezzetli, fırınlanmış bir kabak tatlısıydı. Biraz yanmış olmakla birlikte, üzerinde sırayla kaymak, tahin ve fındıkla servis edilmişti ve yolunuz düşerse tadına bakmanızı tavsiye ederim.
Yolumuza devam edip öğleden sonra saatlerinde Eskişehir'deki otelimize vardık. SRF Hotel adında, internetten rezervasyon yaptırdığımız bir otelde kaldık. otel yepyeni ve oldukça temiz, ferahtı. Kendi kendimize yaptığımız seçimin sonucunun bu kadar iyi çıkmasına sevinerek, odada biraz dinlendik.
Havelka'da yemek
Akşam  saatlerinde yemek yemek ve dolaşmak için otelimize de çok yakın bir mesafede bulunan Espark alışveriş merkezi yakınındaki mekanlara doğru yol aldık.
Yan yana, Havelka, Kahve Diyarı, Kahve Dünyası ve Kafepi vardı; ki bu mekanların bir kısmı zaten İstanbul'lular için çok tanıdık. Kafepi'de şansımızı denedik, ama kapısındaki kocaman güvenlik görevlileri rezervasyonumuz yoksa giremeyeceğimizi söyleyerek bizi geri çevirdi :)
Yemek yemeyi planladığımızdan kendimizi Havelka'da bulduk. Ortam da fiyatlar da İstanbul'dakinden çok farklı değildi.
Buradan da, eskiden yıkık dökük bir hal binası iken, sonrasında bir gençlik merkezine dönüştürülmüş olan, içerisinde cafeler, barlar, mağazalar bulunan ve genelde akşamları da canlı müzik yapılan "Haller Gençlik Merkezi" ne gittik.
















Çok keyifli bir yer haline gelmiş ve aslında günümüz
Eskişehir'inin ruhunu yansıtan yerlerden bir tanesi.
Tıpkı tüm şehir gibi, öğrencileri baz alarak tasarlanıp
hayata geçirilmiş, ancak yerlisi turisti herkesin
faydalanabildiği şehrin kendisine ait yaşam alanlarından
bir tanesi. Canlı müziğin de bitişiyle birlikte, yavaş yavaş
odalarımıza döndük.










Ertesi sabah güne, Adalar mevkiinde, Porsuk kenarında kahvaltı ederek başladık.
Öğrenci şehri olması dolayısıyla da, oldukça ucuz bir şehir. Pazar sabahıydı ve gittiğimiz kafede 8,5 TLye açık büfe kahvaltı ettik :) fena da değildi açıkçası :)







Keyifli kahvaltımız sonrasında, Porsuk kıyısından
Tülomsaş fabrikasına yürüyerek "Devrim" arabasını gördük.
Fabrika, halen, vagon ve lokomotif üretimiyle hizmet vermekte.







Devrim arabası da, arada hala bakım amaçlı yerinden çıkartılıp kısa mesafelerde hareket ettiriliyormuş ve daha yeni bir kat boya atılmış :) Bunlar da gezimizin gereksiz ama sevimli bilgileri:)
Yarın, Odunpazarı, Atlıhan Çarşısı, Kurşunlu Camii ve Külliyesi'ni anlatacağım; ama bugünlük bu kadar :)

24 Nisan 2012 Salı

Aya Yorgi - 23 Nisan

Bu yazıyı yazdığıma ben de inanamıyorum :)
Aslında her şey şöyle başladı:
Eskiden beraber çalıştığım bir arkadaşım, uzunca bir süredir işsiz. Uzunca deyip geçmeyelim, süreyi de netleştirelim, 4 yıldan fazla oldu.
Ülkemizin güzide üniversitelerinden birisini bitirmiş, iyi derecede yabancı dili olan ve yıllarca da sektörün güzide firmalarında çalışmış, donanımlı bir arkadaşım kendisi.
Ama 4 yıldır bir tülü iş bulamadı. İlk günler biraz daha seçici davrandı, doğru; ama son 2 yıldır ben biliyorum ki kendi tecrübe ve bilgi birikiminin çok altında kalan işler için bile görüşmelere gitti, elinden geleni yaptı. Ancak bir tülü olmuyor işte.
Haline çok üzülüyorum, çünkü donanımlı birisi olarak, hayatının en verimli yıllarını evde geçiriyor :( 4 yıl evde oturmak için çok uzun bir süre. Bir süre evden çalıştı, az da olsa para kazanıp ev bütçesine katkıda bulundu, ama  bu durum hem çok uzun sürmedi hem de iş tatmini açısından yeterli değildi. Süre uzadıkça psikolojisi de iyiye gitmiyor tabi ki. Hafif depresif bir hal hüküm sürüyor kendisi üzerinde, genel olarak karar verme yetisini, yargılarını hatta hayata bakış açısını etkileyebilen bir depresiflik :(
1 ay kadar önce beni arayıp, "23 Nisan'da adaya gitmek istiyorum, Aya Yorgi'ye çıkıp dilek dilemek istiyorum; artık başka umudum kalmadı, adaklara dileklere sardım" dedi.
Şimdi bu arkadaşa ne desem boş. Pozitif düşünce gücüne, yürekten geçen tertemiz bir düşüncenin gerçekleşmesi için evrendeki  tüm güçlerin bir araya geleceğine inanıyorum; ama adaklar, dilek tutmalar vs benim harcım değil pek :) Hani böyle şeyleri küçük gören, dalga geçen birisi değilimdir; ama yapan birisi de pek değilimdir.
Bu arkadaşımın durumu malum, umudunu kesmiş; kendi kendime umutsuz zamanlar umutsuz çözümler gerektirebilir dedim ve kabul ettim.
Gel gör ki, geçtiğimiz hafta kendisi fazla spordan dolayı, yatağa mahkum oldu ve kendisinin yerine gidip dilek dilemek, adak adamak bana kalmış oldu :)
Bu yüzden de hala bunu yaptığıma inanamıyorum, ama yaptım. Hac günü Aya Yorgi'ye çıktım, ki hacca gelenden çok daha fazla adak adamaya, dilek dilemeye gelen vardı :) İnanılmaz bir kalabalık, izdiham, sözde erken gittik, sabah ilk vapurla :)
Yollarda makara açanlar mı dersiniz, dilek için etrafta satılan bir sürü küçük objelerden satın alanlar, bedava incil dağıtanlar, mum satanlar vs vs.
gerçekten çok ilginç, çok renkli görüntüler vardı.
Tabi izdiham olan yerden eksik olmayan, kavgalar, ayılıp bayılmalar günün kötü, negatif hatırlanan kısımlarıydı.
Nihayetinde, toplam 5 küsur saatlik yürüme (gidiş-dönüş, yanıltıcı olmasın), uzun kuyruklarda bekleme, izdiham ve kalabalıkta fenalık geçirme sonucu, mumumuzu yakıp, dileğimizi diledik.
E oralara kadar gitmişken, kendim için de diledim :D
Kesme şekerle yapılan ev, araba, kalp resimleri, mum yanığından yapış yapış olmuş duvara şeker yapıştıranlar, kendini hıdırellezde zannedip, ev ya da araba resimleri çizip ağaçlara asanlar :)








Hepsi vardı; kimisi KPSS'den iyi sonuç alıp atanmayı dilemişti, kimisi atanması gereken adresi bile vermişti:)
Birisine çok güldüm : "Cüneyt ölsün, 5N 1 K'yı ben sunayım" :)
Bu nasıl bir ruh halidir, nasıl böyle birşey yazılır, hiç bilemiyorum gerçekten, ama çok güldüm :):)
Aşağıya , iskeleye dönüp, deniz mahsullerimizi ve güzel külahta dondurmamızı da yiyerek başka bir izdiham mekanı olan vapurla evimize geri döndük.


Bu da böyle değişik bir 23 Nisan hatırası olmuş oldu :)
Ada'dan renkli kareler -1
Ada'dan renkli kareler -2


Ada'dan renkli kareler -3





20 Nisan 2012 Cuma

Kahvaltı - Moda Teras

Geçtiğimiz hafta, pazar günü, Moda Teras'ta brunch'a gitmiştik; ancak vakit bulup yazamadım.
Kısmet bu haftayaymış :)
Moda Teras'ta brunch saat 10:30'da başlıyor. Ben ve erken uyanan arkadaşlarımız için biraz geç bir saat; kurt gibi acıkmış olarak mekana vardık.  Durum böyle olunca, brunch dediğinizde uzun uzun oturulur, yavaş yavaş her şeyden yenir vs ama, biz yiyeceklere saldırdık ve saat 11:00 gibi tamamen doymuştuk :D:D
Gelelim yiyeceklere ve diğer detaylara :
yemek büfesi çok büyük, insanın gözünü korkutuyor resmen. Ama tabağı elinize alıp ne alsam diye baktığınızda, biraz hayal kırıklığı olmuyor değil .
Soğuk büfesinin bir kısmı, elde kalan yiyecekleri eritmek/azaltmak için yemekhanede yapılan karışık salatalara benziyordu. Zaten çok fazla bir şey almadım, sadece füme somon güzeldi, onu söyleyebilirim.
Zeytin çeşidi çok fazla olmamakla birlikte lezzetli sayılır; peynir reçellerde de çeşit çok fazla sayılmazdı; lezzet açısından da ortalamaydılar.
Sıcak büfesi de aynı şekilde; börek ve yumurta çeşitleri vardı.
Genel olarak baktığımda, aç kaldım diyemem; oldukça doyarak sofradan kalktım; ancak klasik bir bol çeşit, ortalama kalite ve lezzet açık büfesiydi.
Filtre kahve diye granül kahveden yapmış oldukları bir kazan kahve koymuşlar, tadı çok kötüydü. Benim gibi çay içemeyen birisi için felaket bir durum. Mangerie'deki pahalı kahveleri bile aradım .
Ayrıca, Türk kahvesi ve taze sıkılmış meyve suları da paralıydı; ki 46 TL ödediğim bir açık büfe için akıl alır gibi değil bence. Lezzet konusunda kalbinizi fethetmeyen; ancak güzel bir manzara karşısında karnınızı güzelce doyurduğunuz, herşeyden bol bol bulunan bir kahvaltıysa istediğiniz, burası güzel bir yer.
Aynı klasman ve fiyat aralığındaki Lacivert'in lezzet ve özellikle yöresel yiyecekler anlamında birkça adım önde olduğunu ve her zaman birinci tercihim olacağını söyleyebilirim; ancak ulaşım sorunu da ayrı bir kriter olduğundan, şehre yakınlığı açısından Moda Teras'ı da tercih edenler olabilir.
Bu arada güzel bir fotoğraf koymak istedim; ama kahvaltı ettiğimiz kısım açısından gerçeği yansıtan bir fotoğraf bulamadım ne yazık ki :( Tüm moda Teras fotoğrafları düğün için ayrılan akşamlardan ya da kısımlardan olduğundan, en azından gerçeği yansıtmayan bir fotoğraf koymak istemedim. Hiçbirisi benim kahvaltı ettiğim yere benzemiyor çünkü :P

16 Nisan 2012 Pazartesi

Kahvaltı - Mangerie

Haftasonunda, BMW- Borusan otomotiv'in sponsorluğunda gerçekleşen yelken yarışını izlemek üzere Bebek'teydik.
Biraz erken gidip, Mangerie'de kahvaltı edelim dedik. Çengelköy'den şehir hatları vapuruyla 10 dakikada Bebek'teydik. Gerçekten başarılı bir hat, herkese tavsiye ederim. Özellikle Anadolu yakasından o yöne gidecek olan ve hem köprü hem Beşiktaş hem de sahilde ayrı ayrı bir sürü trafiğe takılmak istemeyenler için çok başarılı bir seçim olabilir.
Hava sabahtan çok güzeldi. Balkonda yer bulmayı başardık ve 2 kişi için, bir kahvaltı tabağı ile bir de sucuklu yumurta söyledik.
Kahvaltı tabağındaki herşey çok başarılı, domateslerinden tutun da peynir seçimine kadar. Gerçekten kaliteli malzemelerle lezzetli bir  kahvaltı ediyorsunuz. Ceviz reçeli, mevsim meyveleri, peynir tabağı v.b. ne varsa çok lezzetliydi. Tabağın fiyatı nispeten makul, çünkü 3 kişi de gitseniz yeterli olabilir. Elbette yanına yumurta/omlet v.b. desteklerle.
Yumurta da, genelde şimdiye kadar gittiğim yerlerde olmayan bir başarıyla servis edildi :) Ben yumurtamı iyi pişmiş severim ve nedendir bilemediğim bi şekilde herkesin yumurtasını neredeyse çiğ, sahanda ocağa şöyle bir konulup alınmış şekilde yenildiği şu güzide ülkemde, iyi pişmiş yumurta yemekte zorlanıyorum :)
Yumurtayı iyi pişmiş sipariş edip, 2 kere geri gönderip yine de çiğ yumurta yemek zorunda bırakıldığım, yani aslında aç kaldığım yerler de oldu :)
Bu sefer, elbette yine az pişmiş bir sucuklu yumurta geldi, ama iyi pişmesi gerektiğini unuttukları içindi :9 yoğunluklarına verdim, yumurta da iyice pişip tekrar geldi, tüm sorunlar çözüldü :)
Kötü tek kısmı var, her içecek için biraz fahiş fiyatlar ödemeniz gerekiyor.
Çay 5TL, filtre kahve 7,5.. Doğal olarak sonuçta, yiyecek fiyatları makul iken, toplam kahvaltı hesabınız biraz tuzlu geliyor.
Manzarası, özenle seçilmiş taze ve kaliteli yiyecekleri ile uzun zamandır ettiğim en iyi kahvaltılardan biriydi, en pahalısı da değildi, daha pahalıları var, hatta bir tanesine de Pazar gittim, onu da birazdan anlatacağım ;)
Sadece kahvaltıya en azından birer içecek dahil etmelerini tavsiye etmeden geçemeyeceğim.  malum burası Türkiye, insanlar 3-5 bardak çayı kahvaltıda içebiliyorlar :)
http://www.mangeriebebek.com/
Mangerie'den sonra, saat 12:00 civarında Bebek parkı'na geçtik. Yelkenlilerin çıkış anı gerçekten çok güzeldi. Bir sürü fotoğraf çektim, klasik olduğu üzere evde unuttum, içlerinden seçip daha sonra güzel olanlarından sayfaya ekleyeceğim.
Etkinlik de , her ne kadar, yağmur dolayısıyla yarıda kesilse de çok güzeldi. Özellikle çocuklar için o kadar güzel bölümler vardı ki; kilden çömlek yapmalar, ebru tankları, resim yapabilecekleri devasa boyutlarda kağıtlar, rengarenk boyalar. Çocuk olasım geldi :)
Bir arkadaşım yelken yarışlara katılıyordu, öyle olmasa ne yarıştan, ne bu etkinlikten haberim olmayacaktı.
Bazen İstanbul'da yaşayıp, ev-iş- avm üçgeninde sıkışıp kalmaktan çok rahatsız olsak da, bunu değiştirmek için bir şey yapmıyormuşuz gibi geliyor. Bu da hafta sonundan çıkardığım asıl dersti aslında :)
İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden birisi, aslında her köşesi ayrı bir güzellik ayrı bir heyecan. Bundan en iyi şekilde faydalanabilmek için daha fazla çaba sarf etmek gerekiyor.

14 Mart 2012 Çarşamba

İstanbul Modern- Restaurant

İstanbul Modern'in resmi internet sayfasından alınmıştır. 
Van Gogh Alive'dan hemen sonra, yan taraftaki İstanbul Modern müzesi içerisindeki restauranta geçtik.
İstanbul'da böyle bir yer olup da, bilmediğime gerçekten hem şaşırdım, hem üzüldüm.
Muhteşem bir deniz manzarası ve neredeyse, bırakın masayı, tek bir boş sandalye bulmanın bile çok zor olduğu bir yoğunluğa rağmen, güzel ve özenli servisleriyle, restaurantı çok başarılı buldum.
Menü oldukça geniş, İtalyan yanı ağır basan (pizza, makarna v.b.), ancak ev yapımı mantı ya da pideli köfte gibi yerel lezzetlere de göz kırpan bir menüleri var.
Güzel şarapları var, ama deneyemedim, saat bunun için biraz erkendi :)
Şu anda hayalim, hafif serin bir yaz/bahar gecesinde, önceden rezervasyonumu yaptırıp, balkon/terastaki masalardan birine kurularak, kırmızı şarabımı yudumlamak şeklinde.
Yemeklerin zaten başarılı olacağına inanıyorum, ama o manzarada hem yemek, hem şarap, hem de sevdiğin insanlarla güzel bir sohbet, eşsiz olacaktır diye düşünüyorum.
Fiyatlar ortalamanın biraz üzerinde, bu tarih itibariyle, ortalama bir yemek (alkolsüz olarak) 30-40 TL civarında tutacaktır, şarap, tatlı, kave v.b. eklere giderseniz tahmin edileceği üzere aynı oranda hatta şarabın çeşidine bağlı olarak biraz daha fazla artabilir.
Ancak önce Van Gogh Alive ile, gözlerime,kulaklarıma, beynime ve ruhuma, ardından da İstanbul Modern'in restaurantında mideme ve tat alma duyuma bir ziyafet çektiğimi söyleyebilirim :)

Van Gogh Alive Experience




Bu yazımda, geçtiğimiz Pazar günü gittiğim Van Gogh Alive Experience'dan bahsetmek istiyorum
Pazar günü, 2 arkadaşımla birlikte, Antrepo'daydık.
Çok büyük ve yüksek tavanlı bir oda içerisinde, yüksek çözünürlüklü pek çok projeksiyon  cihazından, odanın duvarlarında ve tabanında bulunan ekranlara Van Gogh'un en çok bilinen resimleri, oldukça detaylı ve yakın plan yansıtılıyor; bu görsel şölen, muhteşem müzikler ve ressamın özelikle yıllar boyunca kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda yapılan alıntılarla birlikte, gerçekten bir sergi olmaktan çıkıp bir deneyime dönüşüyor.
Resimler ya da çalışmalar, alıntılar kronolojik sıra takip ediyor ve bu şölen yaklaşık 1 saat sürüyor, ki ben aslında saate bakana kadar zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadım :)
Ressamdan yapılan alıntılar, dünyaya bakış açısı, sanatı ve giderek artan hastalığıyla ilgili ipuçları vermenin çok ötesine geçiyor, gerçekten muhteşem müzikler ve kocaman boyutta resimlerle sizi ressamın yaşamında bir gezintiye çıkartıyor.
Bu 1 saat içerisinde, Van Gogh'un; zaman zaman umut dolu, zaman zaman spritiüel, zaman zaman karmaşık ve dengesiz, zaman zaman da acılarla dolu dünyasında bir gezi yapıyorsunuz.
1,5 saatten fazla içeride kaldık, aslında daha da kalınabilir, tekrar da gidilebilir. Ressamın karmaşık ama yaratıcı doğasının sizi sarsan, kışkırtıcı etkisi hissediyorsunuz.
İçeriye girmeden önce, ressamın özellikle ünlü ve görsel şölen içerisinde kullanılmış olan resimlerine ve bu resimleri hayatının hangi dönemlerinde çizdiğine dair duvar panoları var; bunları okuyarak içeriye girmek de etkiyi arttıracaktır.
Bir sanatçının kafasının içerisinde dolaşıp çıkmış gibi hissettim kendimi; o sancılı yaratma süreci, yaşanan zorluklar, ressamın doğaya, Tanrı'ya, büyük bir yaratma gücüne olan inancı ile hayat nasıl tutunmaya çalıştığı, zaman zaman ne kadar karamsarlığa düştüğü, zaman zaman ne kadar umut ve hayat dolu olduğunu iliklerime kadar hissettim.
Seçilen müzikler de, alıntılar da, resimler de, uzun ve detaylı bir uğraşının sonucu belli ki.
Ben bu deneyimi herkese tavsiye ediyorum, herkes üzerinde farklı  bir etki yaratacağına inanıyorum, ama kimse oradan etkilenmeden, herhangi bir şey hissetmeden çıkmayacaktır, inanıyorum :)

29 Şubat 2012 Çarşamba

Kahvaltı-5.Kat

Merhabalar efenim, yine bir kahvaltı yazımızda hep birlikteyiz :)
Şimdi siz 5. Kat ile ilgili bir yazı bekliyorsunuz, biliyorum, o zaten birazdan gelecek; ancak ilk kısım ilginç.
Pazar günü, 2 hafta öncede büyük bir hevesle (yeri ve manzarası itibariyle heveslendiğimiz) kuponlarımızı alıp rezervasyonumuzu yaptırdığımız Garden 74'e kahvaltıya gittik.
Önce zaten ufak bir rezervasyon krizi yaşandı, 3 kupon kodu göndermişim, rezervasyon 2 kişilik. Diyorum, 3 tane kod gönderdim, ama sonra arayıp iptal ettiniz diyorlar.
Neyse, sinirlenmedim, girdik içeriye oturduk ama, ilk izlenim korkunç. Böyle güzel boğaz manzaralı, nezih bir mahalledeki mekandan içeriye adımınızı atıyorsunuz, biz geldik kantin.
Masalar yemekhane kıvamında yan yana uzun uzun tren gibi dizilmişler. 1 tane büyükçe masada, kesilmiş simit, poğaça, domates, salatalık, biraz peynir, biraz zeytin....
Bu mudur kahvaltı, manzara deseniz, 2 hafta önce rezervasyon yaptırmamıza rağmen, mutfak kapısının önünde bir yerlerde oturuyoruz :(
http://www.5kat.com/
Baktık olacak gibi değil, daha önce de gittiğimiz, Cihangir'deki 5. Kat'a gidelim dedik. Hemen aradık, rezervasyon yaptırdık ve atlayıp Taksim'e gittik.
Hava da güzeldi, Elektrik idaresinin oralarda bir kapalı otoparka arabamızı park edip, Taksim İlk Yardım'ın önünden Cihangir'e, 5. Kat'a yürüdük.
Ve gerçekten de pişman olmadık.
Manzara deseniz, manzara; yiyecekler çok güzel.
Çeşit çeşit börekler, krepler, omletler, değişik peynirler, zeytinyağlı sarma kalem gibiydi, üstelik yaprağı da incecik, ağızda eriyor.
Hatta tazecik pişi bile vardı, birazını beyaz peynir, birazını da bal reçelle yedik.
Herşeyin tadına bakamadım bile, fazla geldi.
Servis çok güzeldi, garsonlar çok ilgiliydiler. Hata pek çok kahvaltı veren mekanın aksine, granül kahve değil, filtre kahve vardı, ki çay içmeyen ben, bu duruma çok mutlu oldum, birkaç tane içmişimdir.
Mabeyin ya da Lacivert kadar pahalı değil, ayrıca havalar güzelleştiğinde, teras da açılıyor,  aynı kahvaltıyı, çok güzel bir manzara eşliğinde, açık havada yapabiliyorsunuz.
Artık bu kahvaltılara puan falan vermem gerekecek sanırım, ama genel anlamda yorumum, "daha önce de gittim, yine giderim de". :)

20 Şubat 2012 Pazartesi

Balkanlar'a devam- Karadağ-Montenegro-Herceg Novi

Dubrovnik
Bir türlü elim erip de yazamadım şu Balkanlar gezisinin
tamamını :)
Daha 2 ülke yazabildim ancak, oysa toplamda
6 buçuk ülke gezdik, buçuk diyorum, Arnavutluk'un
neredeyse içinden geçtik, saatler sürdü ama doğru
düzgün pek bir yerini gezemedik. Neyse, lafı dolandırmayalım ve gelelim Karadağ'a
Kotor
Dubrovnik'ten yola çıktık, yolun daha başında bu güzel şehri şöyle yukarılardan fotoğraflayıp Karadağ'a doğru  yolumuza devam ettik. Önce Kotor  adlı, Dubrovnik'e çok benzeyen ve neredeyse o kadar iyi korunmuş başka bir tarihi şehre geldik. Yine surlar arasında eski bir şehir, Dubrovnik kadar olmasa da temiz ve hem mimari hem yerleşim olarak çok benziyor; ama kesinlikle daha ucuz :)
şehri gezdik, o arada yağmura yakalandık, güzel bir deniz mahsullü pizza yedik, Budva'ya doğru yola devam ettik. Budva, Karadağ'ın Bodrum'uymuş :)
Güzel bir sahil kasabası, orada da "yine" ufak bir "eski şehir" var, orayı şöyle bir turlayıp, akşam hangi bara hangi kulübe gelsek diye keşfe çıktık :)
Benim gece hayatına pek merakım yoktur, ancak tatilde yeni tanıştığımız arkadaşlar bu işe pek meraklı ve yer bulma/seçme konusunda pek becerikli, pek şanslıydılar:)
Dubrovnik-Kotor-Budva arasında biryerler :)
Budva'dan Herceg Novi'nin biraz dışında ve biraz daha yazlık mekanlarına doğru bir konumda olan otelimize gittik. Zaten akşam oluyordu, gün batarken muhteşem bir denize girdik. Tüm yorgunluğumuzu aldı, ne de olsa inanılmaz sıcak bir havada günün büyük kısmını yürüyerek geçirmiştik.
Giyinip hazırlanıp yemeğimizi yiyip, yola koyulduk. Bu arada Budva-Herceg Novi arası yaklaşık 1 saat 30 dakika hatta biraz daha fazla. Büyük bir körfezin farklı taraflarındalar ve arada bizim Eskihisar-Darıca hattındakilere çok benzeyen bir feribota biniyorsunuz.
Becerikli tatil arkadaşlarımız, bizi Budva'ya götürüp, gecenin bir köründe geri getirecek taksiler ayarladılar ve yola çıktık.
Budva'da barlar/kulüpler caddesi gibi bir yer var. Vardığımızda henüz saat 23:00 sularında olduğundan çok hareketli değildi ama zamanla hareketlendi.
Bir mekan beğenip girdik, içkilerimizi söyledik, hatta orada tanıştığımız arkadaşlardan bir tanesinin doğum günüydü, onun için özel bir kokteyl ayarladık ve DJ'i kendisinin doğum gününü kutlamaya ikna ettik :)
Tophill
Daha sonra da şehrin dışında, adından anlaşılacağı üzere biraz tepelerde bulunan Tophill adlı bir yere gittik. (Bu arada bu mekan bulma/seçme konusunda tekrar kendilerine saygılarımı sunuyorum :) )
Önceleri çok boştu ama zamanla doldu ve bütün gece gerçekten çok eğlendik, dans ettik, deli gibi fotoğraf çektik; inanılmaz derecede güzel vakit geçirdik.
Gerçi geri dönüşte, doğum günü çocuğu olan genç yağız delikanlı arkadaşımız alkolü fazla kaçırıp, üstüne başına, bizi götürüp getiren taksinin içine vs kustu ve zaten saat 7'de yola çıkmamız gerekiyordu; nasıl sabah olduğunu bile anlamadan ve hiç uyumadan kendimizi yolda bulduk :)
Arnavutluk'ta çektiğim tek fotoğraf-Tiran :)
Uyumamak için çok doğru bir geceydi, çünkü Arnavutluk-Tiran üzerinden Makedonya-Struga-Ohrid kıyısına gidilecekti ve yolda toplamda 10-11 saat geçirecektik.
Tüm yol boyunca uyuduk:)
Sadece bu tura gideceklere belirtmek istediğim çok önemli bir konu var.
Yolda, Arnavutluk'a girdikten hemen sonra tesis/market/çay bahçesi benzeri bir yerde mola veriliyor.
Orada ev yapımı/markasız bir kahve likörü satılıyor. Koli koli alın. Ne kadar paranız varsa hepsini alın.
Alkolle çok başı hoş bir insan değilim, ama kahve likörünü severim.
Bildiğiniz yerli/yabancı hiçbir kahve likörüne benzemeyen, çok güzel, çok lezzetli bir likör. Keşke orada tadına baksaymışım da, birkaç tane daha alsaymışım.
Gezinin son akşamında, Üsküp'te açıp hep birlikte içtik. Tadına doyamadık, geri dönüp alasımız geldi:)
Geriye önemli bir durak, Makedonya kaldı. O da bir dahaki sefere