8 Aralık 2011 Perşembe

Gelelim Hırvatistan-Dubrovnik'e

Sarajevo-Saray Bosna'dan Dubrovnik'e geçtik.
 Arada Mostar'a uğradık. Mostar köprüsü'nü geçip, Türk çarşısında gezip kahve molası verdik. Makedonya'ya kadar tatilin Türk Kahvesi içilebilen son noktasıydı, iyi ki vermişiz:)

Mostar'ın özellikle bizim gezdiğimiz eski ve turistik kısımları oldukça güzel, hem tarihi açıdan hem de nehir ve şehir öyle bütünleşmiş ve uyum sağlamış ki birbirine; binalar, nehir, yemyeşil doku, doğal bir güzellik insanın gözünü okşayan. 

                                                                                                                                                                                       
Dubrovnik 
En baştan söyleyeyim, tüm tatil boyunca harcadığım paranın yarısını Dubrovnik'te geçirdiğim 2 günde harcadım. Pahalı ve fazlasıyla turistik bir yer.
Dubrovnik
Ancak yine de sıcak hava için güzel bir tatil, denize girilebilecek bir sürü ada ve plaj var. Tarihi dokusu muhteşem, tertemiz, Balkan'dan çok Avrupa şehri izlenimi yaratıyor insanda. Adriyatik kıyısnda ve karşı kıyıları İtalya.  Venedik'e hiç gitmemiş birisi olarak ben bile Venedik etkisini hissettim:) televizyon ve internetten gördüğüm kadarıyla en azından :)
Akşam üzeri oradaydık, yolda başka bir şehirde mola verip yemek yedik, buz gibi kaynak sularına ayaklarımızı ve kafamızı soktuk, çünkü hava 50 derece falandı sanırım, tamam 50 değildi ama çok sıcaktı :)
Dubrovnik'e vardık ve surlar içerisindeki eski şehri gezdik. Çok güzel, neredeyse yüzyıllardır hiç bozulmamış. Rehberimizin eşliğinde 1-2 saatlik bir tur sonrasında otele döndük, o arada az da olsa fotoğraf çekip eski şehir hakkında bilgi edindik.
Otelimiz şehre biraz uzak olsa da güzeldi, en azından ben beğendim. -2. katta odaları rutubet kokan misafirler çok hoşnut kalmamışlar :)
Tekrar şehre döndük, yeni arkadaşlarımızla eski şehrin o güzel havasında yürüdük, oturup birer kahve içtik, gece daha da güzel göründü gözümüze, sokak partilerine takılıp kovada kokteyl içtik :)
Keyifli bir akşam geçirdik.
Dubrovnik'te gece


Bu daracık sokaklardan Dubrovnik'te çok var :)

















Ertesi gün erkenden kalkıp, bu sefer sabah ışığıyla biraz fotoğraf çektikten sonra Lokrum adasına doğru yola çıktık. Küçük motorvari teknelerin gittiği ufak bir adacık. Denize giriliyor, içinde birkaç tesis var. Adanın, teknelerin yanaştığı bölümünde değil de diğer tarafında eski tarihi bir yapının içerisinde deniz mahsulleri servisi yapan bir restaurant var. Koca tatil boyunca yediğimiz en pahalı yemek olmasının yanı sıra en güzeliydi de:)
Lokrum ve deniz mahsulleri :)
Denize girdik, güneşlendik, öyle plaj falan yok, kayaların üstüne örtülerimizi serip yattık. Adada bir de çıplaklar plajı var, cıbıl cıbıl insanlar görürseniz şaşırmayın :) Ama adanın ayrı bir köşesindeler oradan dışarı kıyafetsiz çıkılmıyor. Biz de adayı gezerken yanlışlıkla yolumuz düştü.
o gün güneşte biraz fazla kalmışız, yorulmuşuz, ben elbette ki hemen kıpkırmızı oldum. dönüşte eski şehirde fotoğraflar çekip dolaştık, teleferikle şehrin hemen arkasında bulunan tepenin üzerine çıktık ve makinenin pili bitti. Sinirden deli oldum, bitmesin diye Lokrum'da da fazla fotoğraf çekmemiştim ama yapacak birşey yoktu ne yazık ki :(
otelden dışarı çıkacak halimiz kalmamıştı, turdan diğerleri yine şehre gidip eğlenmişler. Biz 9 gibi odaya girip, duş alıp uyumuşuz. Dubrovnik maceramız böyle geçip gitti. deniz için çok güze, farklı farklı deniz girilecek bir sürü nokta, plaj ve ada var. Yazın deniz tatili için çok güzel bir yer olabilir. Ama pahalı olduğunu hatırlatırım. Sonraki yazılarımda, yine Adriyatik'te bulunan ve Hırvatistan'ın değişik versiyonu olan Kotor'dan bahsedeceğim. eski şehir'den deniz kıyılarına kadar Dubrovnik'in ucuz versiyonu gibi. Orası da bir opsiyon olabilir.

25 Kasım 2011 Cuma

geç kalmış yazılar- Saraybosna ya da asıl adıyla Sarajevo

Fotoğraflarla birlikte yazıyı biraz değiştirdim :) Bilginize
******************************************************************************
Balkan gezim o kadar güzel geçmesine, hatta hayatımın en güzel tatillerinden birisi olmasına rağmen bir türlü yazamadım.
Oysa herkesin görmesini isteyeceğim, herkese anlatmak istediğim bir tatil oldu. Sadece Belgrad'dan bahsettim şu ana kadar ama 7 ülke gezdik aslında:)
Sonra arada, Kaş ve Amerika'ya bile gittim; hiç birini yazamadım; çok yazık.
O zaman Saray Bosna ile devam edelim:
4-5 saatlik yolculuk, arada yemek vs derken Saray Bosna - Sarajevo'ya öğleden sonra vardık. Yol boyunca dikkatimizi çeken, kavurucu sıcaklara rağmen 4-5 saatlik mesafede her santimin yemyeşil olmasıydı.
Şehrin en merkezi yeri olan Başçarşı ile gezmeye başladık. Rehberimiz çarşıyı gezdirip, tarihi özelliklerinden bahsetti. Uzun bir yol, trafiğe kapalı, 2 tarafında mağazalar, kafeler, restoranlar var. Yolun bir kısmı Osmanlı bir kısmı ise Avusturya-Macaristan imparatorluğu zamanında yapılmış. İki kısmın mimarisi birbirinden farklı, genel olarak gençlerin oluşturduğu bir kalabalık hakim. Orada olduğumuz dönem hava sıcaklıkları oldukça yüksek olduğundan ve Ramazan ayına denk geldiğinden, gündüz çarşı daha boş oluyordu. Ancak akşam cıvıl cıvıl, hareketli, oldukça renkli bir cadde haline geliyor. Belgrad'daki kadar olmasa da :)
Bombalanan çarşının yenilenmiş hali
Cadde üzerinde gezerken, yıllar önceden haberlerden hatırlayacağımız bombalanan ve pek çok kişinin ölümüne sahne olan çarşılardan birini gördük; hem de Bosna'daki ikinci günümüz olayın yıl dönümüymüş, bu anıların bu kadar taze hepimizi derinden etkiledi.







Tünel Evi
İkinci günümüzde güne ünlü "Tünel"e giderek başladık. Anlatılanlara göre, Bosna-Hersek'in savaşı kazanmasını sağlayan gizli bir silah olan bu tünel, etrafını çeviren dağların tamamı Sırp orduları tarafından kuşatılmışken, Sarajevo'nun dünya ile tek bağlantısı olmuş.
Gittiğinizde görecekleriniz, size çok duygulu anlar yaşatacak, tüyleriniz diken diken olacak. Tünelin kısacık bir bölümünü görüyorsunuz, ancak tünele girmeden küçük bir video gösterisi izliyorsunuz.
Savaş sırasında çekilmiş pek çok amatör videonun bir kolajı. Bir aksiyon filmi, bir mizanpaj, bir efektler topluluğu değil; gerçek hayattan, sizin gibi, benim gibi insanların yaşadıkları, güldükleri, yedikleri, içtikleri, yürüdükleri, yaşadıkları yer olan vatanlarında başlarına gelen o savaştan sahneler izliyorsunuz. Ben de orada olan herkes de, hep birlikte çok etkilendik. Şehirden çıkmaya yakın, kenar mahallelerde küçücük bir evin garajında başlayan bir hikaye. Ilidca yani aslında Ilıca diyebileceğimiz bir semtin yakınlarında, biz önce tramvay sonra taksi yaptık ama Ilidca'dan yürünürmüş. Çok da uzak değilmiş. Dönerken de kısmen yürüyüp kısmen otobüse bindik.
Vrelo Bosne
Buradan şehrin büyük bir doğal parkı olan Vrelo Bosne'ye gittik. Suyun kaynağı, suyun çıktığı yer.
Gerçekten çok güzeldi, sözlerle anlatmak çok zor, fotoğrafları en kısa zamanda ekleyeceğim.
Yemyeşil, ağaçlar, çiçekler, ördekler :) Suyun huzur verici sesi. Büyük bir park, içinde kafeler de var. Hatta biz faytonla gittik. Çok keyifli oldu, tabi koku dışında: D
Parkta yürüdük, kimileri suya ayaklarını soktu, kimi kaynağından su içti, o inanılmaz sıcakta çok güzel, serin ve huzurlu vakit geçirdik. Şehre dönmek biraz sorun oldu, çok kalabalıktık, 4 taksi çağırdık, sadece 3 tane geldi. Bekledik, bekledik, en sonunda şehre otostop çektik :) Çok tatlı bir çift aldı bizi. İngilizce çok bilmiyorlardı ama yanımdaki arkadaşla Almanca konuştular; onu da ben bilmiyorum. Pansiyon işletiyorlarmış, o kadarını anladım :)
Sarajevo'dan bir kare
Bizi otelimize bıraktılar, çok iyi oldu. Günün sıcak saatlerini otelin havuzunda serinleyerek
geçirdikten sonra akşam üzeri fotoğraf çekmeye çıktık. Nehrin kıyısında başlayan fotoğraf yolculuğumuz Başçarşı'da bitti.Sevgili tatil arkadaşımın nargile, benim de hediyelik eşya keyfimin arkasından otelimize döndük.Saraybosna gezisi, çok etkileyici oldu. Aslen memleketi Bosna Hersek olan rehberimiz yıllar süren iç savaş hikayesini her ne kadar taraf tutmadan anlatmaya çalışsa da, kendisi taraftı aslında, elinde değildi.

Evlerin duvarlarında kurşun izleri
Savaşın izlerini gördük, bu kadar yakın zaman önce bu kadar kanlı ve uzun süren bir savaşın gerçekleştiği bu coğrafyada en çok acı çeken şehirlerden birisiydi burası. Bugün her şeye rağmen yaralarını sarıp hayata devam etmeye çalışan bu şehir, yaşama sevinci ve enerjisiyle bizi etkiledi, kendine bağladı.
En çok acı veren ise, tramvay ile şehir merkezine giderken ya da şehir merkezinde gezerken farkına vardığımız bir konu oldu.
Gençler ne kadar saygılı ve buna benzer düşünceler içerisindeyken, bir süre sonra farkına vardık ki, aslında tramvayda, sokaklarda ve daha birçok yerde, genç ve yaşlı kuşakları görebiliyorsunuz, ama orta yaş kuşağından çok az temsilci var. Bunun farkına varmak içimizi acıttı. İnternette ya da bir sürü kaynakta yazan savaş sırasında ölen sivil ve asker nüfusuna dair pek çok rakam var, bunların doğruluğunu bilemiyorum. Ancak gözle tespit edebildiğimiz, bu yaşama sevinci dolu gerçekten güzel ve masum şehirde bir kuşağın neredeyse yok olmuş olduğuydu.

Gezinin en güzel tarafı ise, Bosna'dan ayrıldığımız güne kadar geçen 3 günde, Belgrad ve Bosna'da  hemen her yerde Türk kahvesi bulabiliyorsunuz. Sade Türk kahvesi cezveyle masanıza getirilip fincana dökülüyor, şeker yanında servis yapılıyor, genelde de bir lokum ikram ediliyor.
gezilmesi görülmesi gereken güzel yerler, bunu kısa sürede fotoğraflarla da destekliyor olacağım.
Balkan gezisinin devamında, Hırvatistan-Dubrovnik'te görüşmek üzere :)

15 Eylül 2011 Perşembe

Belgrad ile başlayalım Balkanlar gezimize :)

Kale meydan'dan bir kare
Bayramdan önceki hafta Cuma günü, turumuza Belgrad ile başladık.
(Bu arada Belgrad'a indiğimizde hava 38 dereceydi :))




Havanın sıcak olmasından biraz etkilensek de, gezinin ilk günü olması dolayısıyla büyük bir performans ile Kale Megdan (Kale Meydan) ile gezimize başladık.

Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği nokta görülebiliyor
Nehir kenarındaki kale surlar arasında kalan bu büyük tarihi diyebileceğimiz park, hem tarihi açısından hem de panoramik fotoğraf çekim yapabilmek için oldukça güzeldi.
Arkasından şehir içerisinde bazı yerleri panoramik olarak gezdik, Terazi caddesi, Cumhuriyet anıtı ve yeni inşa edilen kiliseyi gördükten sonra otelimize yerleştik.
38 derece havada yaptığımız gezintiden sonra, elbette ki duş ihtiyacımız vardı, ama gündüz sokaktaki borular patlamış; sular turuncu-kahverengi akıyordu. Duşumuzu alamadan dışarıya çıktık.
Önce Terazi caddesine gittik, İstiklal Caddesi benzeri, trafiğe kapalı, oldukça kalabalık, aynı zamanda da çok keyifli ve eğlenceli bir cadde. Bir çok sokak performansı izleyebilirsiniz. Hatta bisiklete benzer pedallı, tuhaf bir makine ile köpükler çıkartarak tüm çocukların eğlencesi haline gelen bir tanesi vardı ki, keşke fotoğrafını çekebilmiş olsaydım :)
Skadarlija Caddesi - Yemek yediğimiz restaurant - Zlatni Bokal
Biraz dolaştıktan sonra, Skadarlija caddesine gittik. Rehberimiz yemek ve eğlence için tavsiye etmişti. Fransız sokağına benzeyen, önlerine masalar atılmış şirin restaurantlar, ellerinde enstrümanlarıyla masa masa dolaşıp lokal müzikleri çalan müzisyenler var.
Tüm caddeyi dolaştıktan sonra caddenin en başında görüp beğendiğimiz restauranta geri döndük.
İnternetten okuduğumuz yorumların yönlendirmesiyle, sırp salatası, cevapcici, pljeskavica ve house vine istedik. Sırp salatası, bildiğin çoban salata, cevapcici bildiğin İnegöl köftesi, pljeskavica da bildiğin hamburger çıkınca yeni lezzetler deneyememiş olmamızın biraz hayal kırıklığı olmakla birlikte, yemekler lezizdi. Zaten gezide fikirbirliğine vardırğımız konulardan birisi, Balkanlar etten anlıyor :)
Yemekten sonra etrafta dolanıp bir kafeye oturduk, geç vakitlerde yine müzisyenler lokal parçalar çalmaya başladı ve biraz müzik dinleyip, Balkan usulü erik ve kayısı rakısı daha doğrusu rakija denedik. İlk yudum tüm yemek borumu yakarak geçince kendi içkimi sevgili tatil arkadaşıma teslim ettim :) Ama değişik ve tadılması gerek bence.
Ertesi gün yolda 4-5 saat geçireceğimizi de düşünerek ve yolda uyuyabilmek için gece 2 ye kadar müzik dinledikten sonra otele döndük.
Ertesi sabah, erken kalkıp duş almayı başardım, ama tatil arkadaşım ne yazık ki suya yetişemedi :)
Hızlıca toparlanıp, Sarajevo'ya doğru yola çıktık.
Belgrad açıkçası içimizde kaldı. Keyifli, eğlenceli bir şehir; ekonomik koşulları düşünürsek, insanlar çok huzurlu ve hayattan keyif alıyor gibi görünüyorlar. Bayanlar açısından çok rahat bir şehir, geç vakte kadar rahatça tek başlarına dolaşabiliyorlar (ki aslında bu bir artı değil, doğal bir durum olmalı). Pek çok açıdan beğendim ve daha uzun süre vakit geçirebilmeyi çok isterdim.

8 Eylül 2011 Perşembe

Bir tatil daha :) - Balkanlar'da 7 ülke - başlangıç

En son 1 ay önce yazmışım, bak sen, ne şaşırtıcı :)
Ne desem ki, keşke her gün yazabilsem, ama şu 1 ay öyle koşuşturmacalı geçti ki kendim bile anlayamadım :)
Önce bayramdan önceki hafta izne çıkacağım belli oldu, tabi izin öncesi iş toparlamalar, koşuşturmacalar derken, zaten izinde olduğum haftayı memleketteki evde, bilgisayar başında çalışarak geçirdim.
Bu arada saçımda bazı değişiklikler yapmaya karar verdim, beni hç görmediğiniz için bilemiyorsunuz tb. Kumra saçlarım var, kıvırcık. Ancak bir dünya beyazım olmuştu. Saç rengi değiştirme arzum yoktu, kuaföre gidip aynı ya da 1 ton koyusuna boya dedim. Kesim fena olmadı ama, saçlarım bir nevi turuncu oldu.
eve dönüp koşa koşa saçlarımı tekrar marketten aldığım boyayla boyadım.Şimdi fena değiller.
10 gün boyunca tatil fotoğraflarında o turuncu saçla çıkmayı göze alamazdım :)
Sonra 10 günlük bir Balknalar turuna çıktık, aslen eski yugoslavya'yı gezdik diyebilirim.
Sırbistan- Belgrad ile başlayıp, Bosna-Hersek - Sarajevo, Hırvatistan-Dubrovnik, Karadağ- Herceg Novi, Arnavutluk-Tiran, Makedonya-Ohrid-Üsküp ile devam ettik ve Kosova- Prizren ile tamamladık.
Belgrad-Kosova arasında tur otobüsümüzle toplam 2500 km yaptık.
Çok yorucu, yoğun ama bir o kadar keyifli bir gezi oldu.
Bir iş arkadaşımla katıldığım turda, çok tatlı insanlarla tanıştık, çok güzel arkadaşlıklar edindik, çooook eğlendik.
Uzun zamandır yaptığım en güzel tatil oldu; hatta belki de en güzeliydi diyebilirim.
Gezinin detayları ve fotoğrafları yarın yazacağım yazıya koymayı planlıyorum, çünkü hala bu makineye fotoları atamadım. Tembellik mi desem iş yoğunluğu mu :) Mazeret çok.
Tatille ilgili yazmak/konuşmak/anlatmak istediğim başka konular var.
Beraber gittiğim arkadaşla ilgili bunlar.
Daha önce de sık sık görüşmekten, bunun nasıl algılanması gerektiğini bilmediğimden vs bahsetmiştim.
Bu tatil çok ilginç oldu. Ne düşüneceimi bilemeyerek gittim.
2 aydır sık sık beraber vakit geçirdiğim, ne hissedeceğimi de ne hissettiğini de bilemediğim arkadaşla bir anda 10 günlük yoğun, yorucu bir geziye çıkmaya karar verdik.
Herşey göz açıp kapayıncaya kadar oluverdi.
Tatilin başında tedirgindim, ama herşey çok güzel gitti.
10 gün boyunca aynı odada kalmanın verdiği samimiyet ayrı bir konu; onun dışında da herşey çok farklıydı.
Hayatımda tanıdığım, en kibar, en nazik, en düşünceli insan olabilir kendisi. Sadece bana karşı değil, herkese karşı. Turdaki herkesi düşünüp, herkesle ilgilenecek kadar. uzun zamandır, kimsenin beni böyle düşünüp, benimle böyle ilgilendiğini hatırlamıyorum.
Tüm hayatım boyunca sahip olduğum hiçbir erkek arkadaşım/sevgilim (sonuncusunu bu cümlenin tamamen dışında tutarım) benimle bu kadar ilgilenmemişti; beni bu kadar düşünmemişti. Hayatımda hiç kimsenin benim için bu kadar çok şey yapmasına izin vermemiştim (kapıları açmak, çantaları taşımak, benim yerime düşünüp benim yerime işleri halletmek). Hep kendi ayakları üzerinde durmayı, yardım almamak sandım. Kimse de ben "hayır", "gerek yok" dediğimde ısrar etmedi bana. beni kendi halime bıraktılar. Herşeyi kendi başıma yaptım.
Şimdi birine kendini böyle açmak çok ilginç ve aramızda sevgililik olmamasına rağmen sanırım hayatım boyunca kimse kendimi bu kadar "kadın" hissettirmemişti. Hani, kırılgan, ilgilenilmesi, üzerine titrenmesi gereken bir varlık gibi.
Ve bunu beni hiç kırmadan, bağımsızlık dürtümü zedelemeden yapmayı başarabiliyor.
Evet, arkadaşlık dışında birşeyler olsa nasıl olurdu diye aklımdan geçmiyor değil. Zaten facebook'ta fotoğraflar yayınlandığından beri şirket çalkalanıyor; beraber misiniz sorularının haddi hesabı yok :)
Bu sorular da kafasını karıştırabiliyor insanın. Beğeniyor muyum? Evet. İster miydim? Belki Nasıl olurdu diye merak ediyor muyum?  Kesinlikle.
Ama, bu kadar iyi bir arkadaş olmuşken bana, ne bir adım atmak istiyorum; ne de bu konuyu düşünerek kendi kafamı karıştırmak.
İnsanlar hala sormaya devam ediyor, bense bazen özlüyorum. Eee 10 gün gece gündüz sürekli beraberdik, şimdi ayrı ayrı odalarda uyanıyoruz ne de olsa :)
Sonuçta, dünya üzerinde böyle adamların olabileceği fikri içimi ısıtıyor. (Umarım kendisinden birkaç tane daha vardır.)
Güçlü, bağımsız bir kadınla, onun etkisi altında ezilmeden ilişkisini/arkadaşlığını sürdürebilecek; aynı zamanda onu kırmadan, kaçırmadan, onunla ilgilenip koruyup kollayabilecek adamlar.
Canım tatil/iş arkadaşım,
Umarım senden daha vardır ve kader kendisini benim karşıma çıkarır :)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Lacivert - Brunch -- Bir kahvaltı incelemesi daha

Merhabalar efenim, bir süre aradan sonra yine karşınızdayım.
Geçtiğimiz hafta Lacivert'e brunch'a gittik; görüşlerimi ve tecrübemi sizlerle paylaşmak isterim.
Bilmeyenler için, Lacivert, tam da FSM köprüsü'nün ayağının altında, Anadolu Yakası'nda bulunan, denizin tam kenarında, muhteşem boğaz manzaralı bir restoran.
Hem konum hem de yemekler sebebiyle odukça da tuzlu bir yer :)
Akşam yemeğine gitmek kısmet olmadı, ancak 2. kez kahvaltıya gittim.
Deneyimlerimi paylaşmam gerekirse :
Herşeyden evvel büfe saat 11:00'da başlıyor, benim biyolojik saatime göre biraz geç. Gitmeden önce sabah erken saatlerde, uyanınca, birşeyler atıştırmak zorunda kaldım.

11 gibi mekana vardığımızda büfe yeni açılmıştı ve sıra vardı. Oldukça aç olduğumuzdan, hemen sıraya girdik. çeşit anlamında çok başarılı olduğunu söyleyebilirim; hatta gittiğim açık büfe kahvaltılar içerisinde en çok çeşidi olan yer.

Peynir çeşitleri çok başarılı, aynı şekilde kuru meyve  ve reçel çeşitleri de. (kuru erik ya da kayısıdan duta kadar pek çok çeşit kuru meyve, domatesten patlıcana pek çok çeşit reçel mevcut)
Arada yöresel bazı yemekler/tatlılar da var.
Açıkçası oldukça yedim; genel olarak da güzeldi.
Ancak, börek v.b. çeşitlerinin biraz daha fazla olmasını umardım; onun yerine bol bl yumurtalı ekmek vardı, ki onu da çok severim.

Manzara, yemek çeşitleri çok güzel olmakla birlikte, açık büfe olmayan içeceklerde problem olduğunu düşünüyorum.
Çay kötüydü, herkes çay yerine kendisini meyve sularına şerbetlere vs verdi :)
Kahvaltının üstüne içtiğimiz türk kahvesi, hayatım boyunca içtiğim en kötü değilse de en kötü kahvelerden birisiydi.
Üstelik kahve siparişini verdikten 15 dk sonra aslında siparişlerin alınmadğının farkına varıp, tekrar sipariş vermek zorunda kaldık.
Aslında, çay, kahve v.b. dışında garsonlar oldukça ilgili ve çalışkandı.

Kısaca, kabalık olduğu için servisteki hatalar kabul edilebilir demek isterdim, ama açık büfe yemek/kahvaltı veren bir yerde bunların olmaması gerekir.
Yöresel tatların daha öne çıktığı, daha iyi bir servisin olduğu bir kahvaltı beklentim yerine gelmiş olmasa da; hava ve manzara çok güzeld; keyifli bir kahvaltı edip, tıka basa doyduk.
Sadece fiyat/performans anlamında düşününce, muhteşem bir kahvaltıydı diyemiyorum. Çünkü 50 TL İstanbul Boğazı'ndaki bir yer için bile pahalı aslında :)

22 Temmuz 2011 Cuma

kendime yardım edemiyorum

Anlatacak ne var bakıyorum, neredeyse hiçbirşey
Yine de kendi kendime kafamı karıştıracak birşeyler buluyorum
Birkaç senedir beraber çalıştığın bir arkadaşla bir hafta içerisinde 2 si dışarıda, biri evde 3 akşam beraber takılsanız; bundan farklı bir anlam çıkar mı acaba?
Yani ne düşünmeliyim, ben de bilmiyorum
Dışarıda görüştüğümüz olurdu, bu kadarı da biraz çok ama. Peki bu ne demek, birşeyler mi gelişiyor aramızda? Böyle düşünerek, farklı bir gözle bakarak, bakmaya çalışarak bozuyor muyum arkadaşlığımızı ilişkimizi, yoksa bunu hiç düşünmemek mi saçma olur.
İlgimi çekmiyor değil, ama tuhaf bir his var içimde hala.
Aylar önce yazdığım, içinde olmamam gerektiği halde bitiremediğim, devam ettiğimi o ilişki; elimi kolumu bağlıyor.
Bir insanı çok seviyorsan, ama beraber olamıyorsan, engel olacak he rtürlü koşul mevcutsa; ama karşındaki hayatını birlikte geçirmek istediğin, belki ömrün boyunca en içten sevdiğin kişiyse...
Devam edemiyorsan, geri gidemiyorsan ama olduğun yerde de kalamıyorsan......
Ne yaparsın?
Yani bitsin istiyorsun, kafanda bitirmeye çalışıyorsun, ama olmuyor; kendini bir başkasıyla düşündüğün anda bile, sanki hayatının erkeğini, ait olduğun adamı aldatmışsın gibi ağrılar giriyor karnına, miden bulanıyor.
Öbür taraftan da, beraber olamıyorsanız, ikinizden değil, hayatta daha önceden yaptığınız seçimlerden kaynaklanıyorsa; geri dönüşü de yoksa o seçimlerin...
yani beraber olamıyor, ayrı olamıyor, başkasıyla olamıyorsanız ....
Ne yapabilirsiniz?
Etrafınızda en belirgin şekilde ilgilendiğini belli eden kişileri bile yok saymak zorunda kalıyorsun
düşüncesi bile hasta ediyor
ama yalnızsın işte, sonuna kadar
yalnız uyuyor, yalnız uyanıyorsun.....
Ne yaparsan yap, onu içinden, yüreğinden atamıyorsun....
kendimi nasıl bu duruma getirdim bilmiyorum
karşıdaki kişinin elini kolunu bağlayan o sebep, o sevgi, o sorumluluk da çok daha kutsal, çok daha güçlü olunca sana duyduğuna göre
ne kaldı elinde
yalnızlık
o zaman işte, geziyorsun, tozuyorsun, eve gidesin gelmiyor, nereye çağırsalar gidiyorsun, iş arkadaşlarınla takılıyorsun
sonra da neler oluyor diye düşünüyorsun
kendi kendine kurup, senaryolar yazıyorsun, sonra miden bulanıyor.....
çıkış yolunu bulamıyorum, tünelin sonunda ışık göremiyorummm.....
kendime yardım edemiyorum

7 Temmuz 2011 Perşembe

yazmak, yazamamak

"içimdeki karabulut büyüyor gün geçtikçe"
neden yeterince sık yazamadığım üzerine düşünüyorum bazen.
Güya benim için bir nevi günlük olacaktı burası; gezi yazılarının vs. yanı sıra.
Kendime yazdığım mektuplar olmalıydı bu alan, tabi başkalarının da okuduğu mektuplar:)
Kendimi hem başkalarına hem kendime açmam gereken bir araç olacaktı burası. Konuşamadıklarımı yazıp içimi dökeceğim, paylaşamadıklarım paylşacağım, hatta yazarken kendimle hesaplaşacağım bir alan olacaktı benim için, özgürlük olacaktı.
Olmadı ama, neden bilmiyorum; ama tahminlerim var.
yazmıyorum, yazamıyorum; elim gitmiyor...
Son yıllarda, son 2 yılda, yaşadıklarım, yaşamadıklarım,yaşayamadıklarım, seçimlerim kabullenemediğim bir durumda.
Yazmak istiyorum, yazacak birşey bulamıyorum. Hayatım bomboşmuş ve yazacak hiçbirşey yokmuş gibi geliyor.
Sonra farkediyorum ki, değil aslında, ama insan yaptıklarının yaşadıklarının hesabını kendine bile veremeyince, yapabileceği en güzel şey inkar etmek oluyor, hepsini yok sayıyor.
kendimle yüzleşemiyorum, dolayısıyla yazamıyorum. Ama yazmaya başlamamın sebebi buydu aslında
bir kısır döngü, bir paradoks; tıkanıp kalıyorum
hayatımda kendim de inanmadığım, arkasında duramadığım şeyler oluyor. Ya da oluyor demeyelim, ben buluyorum, ben seçiyorum.
Çekiyorum mantıksız ne varsa şu hayatta, olmayacak, olamayacak ne varsa peşinden gidiyorum.
hep sorguluyorum, neden? nasıl? ne anlamı var? hayattaki amacımız ne?
sadece doğup, büyüyüp, okula gidip, mezun olup, iş bulup, evlenip, çocuk yapıp sonra da evde mi oturmalıyız? (erkekler için listeye askerlik eklenip evde oturmak kısmı çıkartılabilir vs)
nasıl karar verilir, ne olacağına, ne okuyacağına, nerede çalışıp kiminle evleneceğine?
iş insanı mutlu mu etmeli yoksa para mı kazandırmalı. Ne yazık ki ikisinin bir arada olduğu durumlar az malum.
evlilik, mantıklı mı olmalı yoksa aşk, sevgi, tutku dolu mu? ya da arkadaşlık?
uzun süreli  ilişkilerim olmuş, deli gibi aşık olmuşum, olmazın peşinden koşmuşum bile bile.
kimisinin olmayacağı belliymiş, zaten yanlışmış, adam yanlışmış, sebeb yanlışmış; kimisinde aşktan kör olmuşum, yürümeyeceğini anlamamışım. Kimisinde de, bakmışım, sevmişim, yanında şu dünya üzerinde hiçbir yerde olmadığım kadar mutlu ve huzurlu olmuşum, beraber yaşlanmak, beraber çocuklarımızı büyütmek istemişim. ama olmamış, olamazmış da. Çünkü herkes benim gibi sormamış bu soruları. Kimisi kabullenmiş.
büyümüş, okumuş, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, kendinden beklenenleri yapıp hayatına devam etmiş. Düşünmemiş, sorgulamamış, uygun bulunanı yapmış.
Mutsuzluktan ölüyor olsa bile şu hayatında, yapamaz, kaderini değiştiremez artık.
Peki ya ben, bunca yıl doğru insanı arayıp bulmuşum, içimdeki sevgim, yaralı kalbim avuçlarımın arasında, öylece kalakalmışım.
Ne yapayım?
Bağrıma taş basıp yoluma devam mı edeyim ? Olmuyor, özlem yüreğimi dağlıyor.
Peki kaderlerimizi değiştirmek için mücadele mi edeyim? Olmuyor, yüreğim elvermiyor, yakıştıramıyorum kendime.
Ama bakamıyorum başka kimseye, aldatmakmış gibi geliyor, hayatımda olmasa, olamasa bile sevdiğim insan. Yapayalnız ve çaresiz hissediyorum kendimi. atacak adımım yok, hamlem kalmamış. Kendimi akıntıya bıraktım, sürükleniyorum.
Sevgi herşeye yeter mi? Herşeyi çözer mi? Yok mu bir çözüm yöntemi ?

5 Temmuz 2011 Salı

Günler geçiiiiip gidiyor...... zaman akıyor.... ömür bitiyorr......ya ben? ben n'apıyorum?

Size de oluyor mu? Ben bazen accaip paniğe kapılıyorum.
Zamanın ne kadar hızlı aktığını görünce ( göreceli bir kavram sonuçta, Einstein'in dediği gibi, kızgın bir soba üzerinde geçen dakikalarla mutlulukla geçen dakikalar aynı olamaz :))
Çocuklar büyüyor, bazen hatırladığım ufacık bir anının üzerinden kaç yıl geçtiğini hesaplamaya çalışınca kendi kendime şoka giriyorum :)
Bazen zaman akıyor, ama benim hayatım duruyormuş gibi hissediyorum.
Düşününce, 10 yıldır aynı yerde çalışıyorum, inanılır gibi değil zaten; hem de ilk iş yerim :)
4 yıldan uzun zamandır aynı evde oturuyorum, ama neredeyse o kadar zamandır da oturduğum evi sevmiyorum, ama bir türlü değiştiremiyorum :)
Hala araba kullanamıyorum, korkuyorum,
hala para biiktirmeyi başaramıyorum,
2 sene önce vermem gereken 3 kilo vardı, bu sürede rakam 5 oldu :) Bu konuda hayatım durmuyor, geriye doğru gidiyor :D
bunca senedir düşündüğüm emba başvurusunu ancak bu yıl yapabildim, yanıt bekliyorum,
1,5 yıldır süren, aylar önce kafamda "tamamdır, artık bu sefer bitti" dediğim ilişkiye durup durup geri dönüyorum, bitiremiyorum, devam ediyorum, dolayısıyla da
Hala bekarım :)
hayatımın durumunu "eylemsizlik" olarak nitelendiriyorum.
hep bekliyorum ya da ne yapıyorsam yapmaya devam ediyorum. Tıpkı maddenin eylemsizlik özelliği gibi, her madde yaptığı şeyi yapmaya devam etmek ister; tıpkı araba fren yaptığında öne doğru yapılan istemsiz hareket gibi.
benim hayatım da böyle işte, her ne yapıyorsam, aynen devam ediyorum:(
Tüm bunlar olurken benim hayatımda neler var peki ?
İş yerinde bol bol akşam mesailerine kalıyorum,
arkadaşlarımla sık sık uzuuun kahvaltılara gidiyorum,
görmediğim yerlere gidip her seferinde "buraya bir de yazın gelmeli" ya da " bir daha gelirsek şuraya da gidelim" diyerek tatillerden dönüyorum,
arkadaşlarımın düğünlerine gidip onları evlendiriyorum,
yakın arkadaşlarımın çocuklarına ablalık yapıyorum,
genel olarak çevremdeki pek çok insana ablalık yapıyorum,
hatta güzin ablalık yapıyorum :),
hep eski güzel günleri anıyorum,
bulamayacağımı/belki de bulunamayacağını bile bile mutluluğu arıyorum...
hep de dışarıda ve sahip olamadığımda arıyorum, nedense artık.
Bu yıl kararlar vermiştim. Hayatımın durduğu ama zamanın aktığı hissine kapılmamak için, aksiyonlar vardı almam gereken.
Gözlerimin ameliyatı oldu, emba başvurusunu da yaptım.
Ama yetmez, direksiyon kursuna gitmeliyim, İngilizce'mi daha iyleştirmeliyim, kilo vermeli düzelni spor yapmalıyım.
Liste böyle uzar gider işte.
Sonuçta biiir sürü maddeden 2 tanesini yapmışım
Evde tv karşısında geçirdiğim haftasonunun sayısı gerçekleştirdiğim maddelerden daha fazladır :(
Ama nasıl değiştireyim, ekndimi nasıl motive edeyim bilmiyorum.
Zaman durmuyor, akıp gidiyor, ama be hala duruyorum sanki :( İlerlemek istesem de, bir adım bile gidememişim sanki:(

İskele ve Liman
hiç gelmeyecek bir gemiyi bekler gibi


20 Haziran 2011 Pazartesi

Tatil sonrası rehaveti

1 aydır yazmamışım ya, bahane hazır. Tatil hazırlıkları, o arada şirketteki işlerin toparlanması - ki tatilde daha az aranmalı :)-, Emba başvurusu için yazılan makaleler, doldurulan formlar, referans mektubunu yazıp imzalasın diye GMY'nin başında bekledim :), derken tatil -ki çok güzeldi ama yetmedi :)-, tatil sonrası oy vermeye yetiş, işe gelip çığrından çıkmış olan herşeyi yoluna koymaya çalış derken, geçiiip gidivermiş.
Ayıptır söylemesi, tatil çok güzeldi. Kaş'a gittim, her yıl olduğu gibi, ancak hep Temmuz'da giderken bu sefer tatil sezonunu erken açtım.
Çok seviyorum burayı, blog'da yazmaya da korkuyorum aslında.
Bilal'in yeri

Yerinin sapa olması,havaalanlarına da uzak olması sebebiyle, ne insanı ne doğası bozulmuş.





Kaputaş plajı







 
Her gün ayrı bir plajda denize girebiliyorsunuz. Bir gün Küçükçakıl, bir gün Büyük çakıl, bir gün Limanağzı, mümkünse Bilal'in yeri, bir gün yarımadada Aquarius'un plajında, bu sayı daha da artar. Biraz yola razıysanız, en önemli yer Kaputaş plajı.Zaten yolda yanından geçerken, ilk kez gördüğünüzde şöföre seslenip arabayı durdurmak ve kendinizi sulara bırakmak istiyorsunuz :) Bize öyle olmuştu.
Bu arad plaj dediğime bakmayın, Kaputaş ve Bilal'in yeri dışındakilerin tamamında, deniz derin, kumsal yok, platfrom gibi bir yerden denize giriyorsunuz. Ama derinliğine rağmen cam gibi berrak, Kendinizi içine bırakma isteği duymanıza sebep olan, çok güzel bir lacivert su.
Tabi bir de ritüel'lerimiz var.
  •  Mercan'da balık yemek. Mutlaka girmeden pazarlık edin, eğer mevsimiyse, Mercan'da mercan yiyin. mezeler muhteşem, kedi Osman Efendi de acaip sıcakkanlı, hemen gelip kucağınıza oturuveriyor.
  • Bahçe Balık'ta kağıtta kılıç balığı ve ahtapot ızgara. Gerçi yanımdaki arkadaş gelen bütün ahtapotu görünce yiyemedi ama olsun, böylece hepsini ben yedim.
  • Çınarlar Pide'de pide yiyin, mutlaka. Kıymalı-kaşarlı ya da kuşbaşı kaşarlı.
  • Meydan'daki çay bahçesinin yanında, waffle ve Maraş dondurması satan bir çift var. Hatta akşamları yöresel kıyafetler giyiyorlar(Maraş yöresi)
  • Akaşm yemeğinden sonra, Dejavu, Mavi, Barcelona. Dejavu'da pina colada olabilir, ama Mojito değil. Mavi'de bira iyidir bence. Barcelona'da taze çilek, şeftali ya da kavun suyuna votka içmelisini ki, tek kelimeyle muhteşem.
  • Nur Beach a la carte restorana gittik, yemekler güzel ama Kaş ruhuna çok uygun bir yer sayılmaz. Kaş'a gelip Bordum ya da Çeşme arayanlardansanız, tam size göre:)
  • Küçükçakıl Derya beach'te bir gününüzü geçirin mutlaka, deniz mahsullü bir pizzaları var, tadı hala damağımda. Deniz zaten muhteşem, özellikle soğuk deniz sevenler için bir cennet.
  • Bilal'in yeri'nde semizotu ve domates ağırlıklı bir salata, yanına da kıymalı ve kaşarlı avcı böreği :)
  • Kekova ve adalar tekne turuna gidin, Batık şehri görün. Kaleköy'de soğuk birşeyler için. Akvaryum koyunda denize girin.
Tüm bunların içerisinde dalış aktivitesinden hiç bahsetmedim, çünkü gerek yok diye düşündüm açıkçası, Kaş'a gidiyorsanız, mutlaka yapılmalı.
Son 2 gün Aquapark'ta kaldık. Orası da Kaş ruhunu çok yansıtmayan, yarım pansiyon, kendi kapalı sistemi olan bir otel ama, deniz suyundan havuzu çok güzeldi, ayrıca yemekler, havuz bar vs ge.ekten çok güzel.
1-2 gece en azından kalıp tam bir dinlenme tatili yaşayabilir, aynı zamanda güzel bir servisten yararlanıp, güzel yemekler yiyebilir, güzel kokteyller içebilirsiniz.
Gittim, ama 1 hafta yetmedi. Tekne turuna gidemedik, ben daha önce gittim tabi ki, yanımdaki arkadaş gitmemişti. Hala da gidemedi ne yazık ki.
Kısmetse 2. hafta, ya da en azından bir 3-4 gün daha mutlaka:)

26 Mayıs 2011 Perşembe

Yeni bir gezi-Kazdağları-Ayvalık

Bir süredir yazamadım(Bu başlangıç klasik oldu galiba :) )
Ama bu bekleyişe değeceğini umuyorum (hahahaha çok komiksinnnn , okuyan var mıydı blogu :D)
19 Mayıs tatilini birleştirip, Kazdağları-Ayvalık-Cunda turuna gittik.
Turla gezmek adetim değildir, ama yıllardır yazlık münasebetiyle hep belirli kısımlarına gittiğim bu bölgenin farklı bir yüzünü keşfetmek istedim. Önüme de hem aktif hem de uygun bir tur çıkınca, teklifi getiren arkadaşa hayır diyemedim.
Gece İstanbul'dan yola çıkıp, sabah saatlerinde Çanakkale üzerinden Atınoluk-Akçay arasında kalan otelimize ulaştık. Club Afrodit'te kaldık, fena değildi, temiz, yeşili bol bir otel daha doğrusu tatil köyü.
Ayrıca yemekler, özellikle de kahvaltı ve akşamları da salata/zeytinyağlı büfesi oldukça iyiydi. Nihayetinde 1,5 kilo kadar alıp döndüm :D
Yeşilyurt köyü'nde bir kafe

Yeşilyurt köyü'nde bir butik otel













Neyse, gezimize gelirsek, tüm gece süren tıngır mıngır ve uzuuun yoldan sonra, biraz dinlenip hemen Yeşilyurt köyü'ne doğru yola çıktık.
Oldukça sevimli, butik oteller ve şirin restaurant/cafelerle dolu köyü yürüyerek dolaşıp otlu dondurma yedik. Otlu dondurma deyince, aklınıza yeşil yeşil otlu bir dondurma gelebilir, gelmesin. Kakule, zencefil, tarçın v.b. otlarla yapılmış değişik dondurmalar vardı, oldukça da değişik lezzetlere sahiptiler. Denenmelerinde fayda var bence.


Öngen Otel'den körfez manzarası
Kısa bir yürüyüşle, köyün en üst noktasındaki Öngen Butik oteline kadar çıkıp oradan güzel vadi ve körfez manzarası fotoğrafları çektik.
Otobüsümüze geri dönerek, Assos'a (Behramkale) doğru yola çıktık. Geceden kalan yol yorgunuğuyla birlikte, giderken biraz uyuklamış olabiliriz. Kadırga koyu yine muhteşem görünüyordu.
Behramkale'ye çıkış parkuru, o yorgunluğun üzerine bizi tüketti tabi, ama manzara görülmeye değerdi.
Tarihi anlamda geriye kalmış daha doğrusu kalmamış olanlar çok tatmin edici ya da etkileyici değil, yine de topraklarımızın üzerindeki tarihin ne kadar eskiye dayandığını, ne kadar geriye gittiğini görmek açısından oldukça güzeldi.
Antik Liman'da balık yedik, çok başarılı bulmadım. Ancak meşhur Assos dondurmacısından waffle dedikleri kornet hamurundan yapılma 2 tane yuvarlak hamurun içerisine dondurma ve çikolata sosu (sarelle gibi birşey) koyuyorlar, ki günün en güzel kısmıydı :) Yemesi biraz zor olsa da, değer :)
En son Adatepe Zeytinyağı Müzesi'ne gittik. Hem zeytinyağı hakkında bilgi edinip müzeyi gezdik, hem de zeytinyağı ve zeytin ağacı ürünlerinden aldık. henüz yağ ve sabunları deneme fırsatım olmadı, olduğunda ayrıca paylaşırım.
Yol yogunluğuyla akşam erkenden uyuduk.
Adatepe Köyü'nden bir kare
Ertesi gün, yine yakınlardaki Adatepe Köyü'nü gezerek güne başladık. Sevimli küçük taş binalardan örülü güzel bir köy. Temiz hava, sessiz ortam, köy meydanındaki kahvede bir sade kahve ya da serin bir limonata sizi kendinize getiriyor. Zeytin sütü diye de birşey aldım, ama pek tabi ki henüz deneyemedim.
Sonra da yürüyerek köyün yakınındaki Zeus Altar'ına çıktık, keyifli bir yoldu. manzara çok güzeldi, ancak altarın olduğu yüksek noktadaki sarnıcın içerisinde yüzlerce pet şişeyi görünce gerçekten sinir oldum. hangi insa evladı, o tepeye kadar çıkıp, o güzel manzara, yüzlerce yıllık tarih karşısında,böyle bir tepki verip elindekini pet şişeyi sarnıç penceresinden içeriye atar ? Bir tane iki tane değil, bir sürü. İnanılmaz:(
Tahtakuşlar Köyü'ndeki Etnoğrafya Müzesi'ni gezdik. Bir öğretmenin kişisel çabalarıyla kurulmuş olan, ailesinin çabalarıyla da devam eden bu güzel müze mutlaka görülmeli. Ufacık bir yer ama birbirinden ilginç yüzlerce obje barındırıyor. Yöre halkının günlük hayatına ve tarihine özgü çok güzel objelerin yanı sıra, dünyanın en uzun deri kaplı kaplumbağa mumyası ya da müzeyi gezen turist v.b. kişilerin gittikleri yerlerde gönderdikleri çook ilginç farklı objeler var. http://etnografya-galerisi.com/
Aceleden dolayı fotoğraf çekemedim, ama hem sayfasını hem de yolunuz düşerse kendisini gezmenizi tavsiye ederim.
Çamlıbel köyünde verdiğimiz küçük molada köyü gezip "Saklı Bahçe" Reastaurant'ta yemek yedik. Ortam çok güzel, ancak büyük bir gurp olmamız ufak bir işletme olan restaurantı servis konusunda biraz zora sokmuş olabilir.
Hasan Boğuldu
En son Hasan Boğuldu ve Sutüven Şelalesini gezdik. uzun vakit ayırılabilecek, gezmesi keyifli bir yer. tepelerde, ağaşıl ormanlık bir alanın ortasında tertemiz bir su, büyük bir şelale ve organik ürünlerin satıldığı güzel bir pazarcık var.



Son gün Şeytan Sofrası, Ayvalık ve Cunda'da geçti; ama çok verimli bir gün değildi. Cunda'da akşam rakı-balık yapamadıktan sonra (rakı da içmem ama olsun) kendimi Cunda'ya gitmiş gibi hissetmiyorum. Şeytan Sofrasının manzarası muhteşemdi, özellikle de hava açık olduğu ve hiç sis olmadığı için gerçekten her yer çok güzel görünüyordu.
Çok keyifli, biraz yorucu ama güzel bir gezi oldu. Birkaç footoğrafı da eklemey çalıştım, naçizane ben çektim.
Kısacası , o taraflara yolunuz düşerse:
  • Cunda'da rakı-balık yapın, kabak çiçeği dolması mutlaka yiyin.(Bunlar önceki tecrübelerimden)
  • Ayvalık'ta Ayvalık tosu yiyin, güzel yapıyorlar, özel bir ekmeği var, İstanbul'dakilere benzemez.
  • Adatepe köyü ve Zeus Altar'ına gidin, körfez manzarası çok güzel, uzun ama güzel bir parkur(900 mt kadar hafif bir rampa), sakın sarnıca pet şişe atmayın, atan görürseniz uyarın :)
  • Yeşilyurt köyü çok güzeldi, 1-2 günlüğüne oradaki butik otellerde kafa dinlemek, temiz hava alıp organik ve de lezzetli gıdalar tüketmek herkese iyi gelebilir bence. Olmazsa da geçerken uğramak lazım.
  • Etnoğrafya Müzesi ya da galerisine, mutlaka gidin.
  • Assos'a da gidin, Liman'da dondurma waffle ından yiyin, Kadırga koyu, herkesin ömrü boyunca en az 1 kez yüzmesi gereken bir yer:)
  • Hasan boğuldu da görülmeli, özellikle yazları çok dolu olduğunu tahmin edebiliyorum.
Gittiğimiz tesislerin (özelikle yeme içme) hiçbirisi çok kötü değildi, ama hiçbiri tavsiye edeceğim kadar iyi de değildi. Tekrar gittiğimde daha güzel yerler bulmayı umuyorum :)

29 Nisan 2011 Cuma

Ada Dans Tiyatrosu

Merhaba ,
Bugün sizlere dans tiyatrosuyla ilgilinen ve ilk zamanlarını ilk gösterilerini bilen "bana" göre her geçen yıl daha da gelişen, genç arkadaşlarımın yaptığı ve yapacağı gösterilerden bahsetmek istiyorum.
Grubun adı : Ada Dans Tiyatrosu
Dans Tiyatrosu herkese çok tanıdık bir ifade gibi gelmese de, sergiledikleri performansı " söyleyecek sözü olanların, bunları kelimelerle değil de, bedenleriyle söylemesi" şeklinde nitelendirebiliriz.
İzleyen kişinin farklı duyu ve duygularına hitap eden; anlatmak istediklerini müzikleriyle, kareografileriyle anlatmaya çalışan bir gösteri sergiliyorlar.
Gösterileri ilk zamandan bu yana değişti, gelişti, güzelleşti.
Ben tarafsız bakamam, kardeşlerim gibiler:) Bu işe başladıkları , evin salonunda, televizyonun neredeyse yere uçması pahasına yaptıkları provaları hatırlıyorum :) Bir nevi içinde değilsem de işin, yanından, kendrında köşesindeydim :)
Her gittiğim gösteride, her alkışta, her övgüde onlar adına, onlar kadar sevindim.
"y" kuşağı diye bahsettiğimiz, belki heryerde olmaya çalışırken, hiçbiryerde "tam" olamayan, farkındalık seviyesinin biraz daha düşük olmasını beklediğimiz kuşaktan gençler.
Ama, gözlemliyorlar, okuyorlar, izliyorlar, dinliyorlar, çalıyorlar, dans ediyorlar, hareket ediyorlar; en önemlisi kendilerini ifade etmek için birşeyler yapıyorlar.
yapmaya çalıştıklarıyla, gelecek kuşak için umutlu olmamı sağlıyorlar; bunun için onlara teşekkür etmek istiyorum.
Siz de yolunuz düşerse, 9,13,14 Mayıs'ta gösterileri var.
9 Mayıs'taki Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi'nde;(diğerlerinin yerini henüz bilmiyorum, ama öğrenince yazarım)
Genç insanların, sanatın, düşüncenin, yakın tarihin, sevginin, arkadaşlığın, hatırlamanın, berbaer birşeyler yapmanın güzelliği etrafında nasıl da bir araya geldiklerine ve enerjilerini o küçücük sahneden sizlere nasıl aktardıklarına tanık olun.

21 Nisan 2011 Perşembe

İnternet özgürlük mü, yasaklar dünyası mı?

Ne anladık bu işten, blogum var, yazı gönderebiliyorum, ama kendim göremiyorum.
Blogger kapalı değil, blogspot kapalı... Acaba neden? Blogspot altındaki tüm blogları kapatırken, ne düşünülüyor, bilsem.
İnternetin özgür bir dünya olduğunu kabul ediyorum. Kısıtlamaların daha az olduğu, kişilerin fikirlerini daha rahat ortaya koyduğu, ama bu kadar özgür olmalı mı, o da ayrı bir tartışma konusu tabi ki.
İnternet, gerçekten de sanal bir dünya. Gerçek hayatta baskı altında olan, kişiliğini saklamak ya da bastırmak zorunda kalan, çeşitli sebeplerle yüzyüze iletişimde kendisi gibi olamayan pek çok insan, kendini internet ortamında tekrar buldu.
Facebook, Second Life tarzı oyunlar, farmville ve benzeri sanal ortamlarda süren hayatlar, ilişkiler, sorumluluklar v.b.
Bir yandan insanlar kendileri olur hatta ikinci, üçüncü, n'inci "sanal" kişiliklerini oluştururken, bir yandan da tamamen kuralsız bir dünya haline gelmeye başladı internet.
Yani internetin özgür olması, bu ortamı kullanarak birine hakaret etmeyi yasal kılar mı? İnsanların kişilik hakları internette yok mu oluyor? İnternette kişilik haklarıma saldırı olduğunda, bunun yanıtı/cezası yine aynı kuralsız dünyada, karşıdakinin blog sayfasını hack'lemek, hakkında iğrenç şeyler yazan bir web sayfası oluşturmak v.b. mi olmalıdır?
Gerçek ve sanal dünya birbirinden bu kadar ayrılabilir mi? Tamamen birbirinden izole, farklı dünyalar mı?

Gelelim, yasaklara, kapatma kararlarına? ne kadar doğru veriliyor kararlar? Neyi kapatıypruz, nasıl kapatıyoruz? Kapatma kararına sebep olabilecek eylemlerden internet dünyasında ne kadar çok var, kimbilir?
Gerçekten ne kadarı bulunuyor, hep birisinin suçu duyurması, şikayetçi olması gerekiyor. belki internet kullanıcıs değilim, bir yerlerde interneti kullanan birileri bana hakaret ediyor, yalan/asılsız yazılar yazıyor, okuyan herkesin kafasında yanlış bir algı oluyor, çünkü internet bu, herkes girebilir, herkes görebilir.
Gençler birbirlerine buradan saldırıyorlar, bazen ergenlik çağında birisi için fiziksel ya da sözlü bir saldırıya göre çok daha derin yaralar bırakıyor.
Kişilikleri henüz gelişme evresinde olan gencecik beyinler, zihinler; sanal dünyalarda bölünüyor.
Doğru/yanlış algısı ikiye ayırlıyor: gerçek ve sanal
kendi kurduğumuz sun ucular, kendi kuraduğumuz ağlar üzerinde yarattığımız, bizim eserimiz olan bu dünyada  gerçekten tüm  kuralar bu kadar farklı olabilir mi? Dinamikler bu kadar farklı olabilir mi?
Amma çok soru sordun, çok biliyorsan kendin cevapla, biz nereden bilelim v.s. demeyin, n'olur?
İnsanın kafasını karıştıran, sadece siyah ve beyazın olmadığı, gri bölgelerin çoğunlukta olduğu bir konu bu.
Yazarken, bu konuyu açarken aklımdan geçen de, "okuyanların kafasında ufak da olsa bir soru işareti oluşturabilir miyim acaba " şeklindeydi.
 Kafanızı biraz karıştırabildiysem, birkaç soru işareti oluştuysa, belki kendi perspektifinizden yanıtlarıyla birlikte,  ne mutlu bana:)

3 Nisan 2011 Pazar

Kahvaltı-Maria'nın Bahçesi

2 ay yazmayıp, aynı günde 2 yazı :)
Aslında, blogun başında da belirttiğim gibi, gezmeyi, yemeyi seviyorum.
En çok sevdiklerimden birisi de kahvaltı. Hatta bu konuda yazıp, ayrı bir başlık altında bile toplayabilirim diye düşündüm.



Geçen hafta hava çok güzeldi ve güneşten, sıcaktan yararlaanalım, açıkhavada güzel bir kahvaltı edelim diye düşündük.
Adresimiz İdealtepe Maria'nın bahçesi oldu.
Hava çok güzeldi, açıkhavada , bahçede, yeşilliklerin arasında güzel beyaz ahşap masalara oturduk.
Acaba ne yesek diye etrafımızdaki masalara göz ucuyla bakınırken biraz bekledik. Açlık durumumuz da arttıkça, az biraz gerildik. Kan şekeri, malum :)
Sonra birden bir garson gelip masamıza 2 bardak çay bıraktı. Çay istemediğimi söyledim, durumu birz tuhaf bulup, çayı masadan aldı.
Sonra bir sepet ekmek ve simit geldi, ve ne olduğunu anlayamadan peynir,domates, salatalık, salam...
4 çeşit peynir tabağında, 2 şer dilim peynir vardı; salam tabağında da 2 ince dilim salam.
bir de 5 çeşit reçelden oluşan ve küçücük minicik kaseciklerle servis edilen reçel tabağı.
Ne olduğunu anlamadan, kimse ne istediğimizi sormadan masamız doluverdi.
Çok acıkmıştık ve yemeğe başladık. Ne yumurta, ne omlet, ne börek, ne de başka birşey. Zaten çok açtık, peynir ekmekle karnımızı doyurduk, reçeller de fena değildi .(Kestane reçelini çok sevdim, hepsini ben yedim :))
Alıştığımız ya da hayal ettiğimiz gibi serpme kahvaltı değildi, kaymaklar, börekler, hellimler, sucuklar v.b. yoktu.
Ortam güzeldi, iyi havada gidip yeşillikler arasında oturup, aynı zamanda deniz havası almak için süper.
Ama hesap gelince, biraz fikrim değişti. Bu kadar özensiz ve butik hizmet anlayışından, müşteriye özel servisten, "ne alırsınız?" ya da "Biraz daha kestane reçeli?" gibi nazik sorulardan çok uzak bu kahvaltı 25 TL idi.
Mekan, ortam, ambians güzel.
Yemekler diyeceğim, diyemiyorum, peynirler fena değil, ama az, kestane reçeli güzel.
Fiyat çok pahalı
servis kötü
Fiyat/performans değerlendirmesinde kesin sınıfta kalır.
Benim önerim, biraz daha kişiye özel servis, biraz daha müşteriye ilgi, biraz daha çeşit, durumu kurtarmaktan da öteye gidecektir. Loksyon ve ambianstan kaynaklanan avantajı, dezavantaja çevirmemeliler.
gideceklere de, restaurant yönetimine de duyurulur :)

Tembelliğin sonu yok

Baktım ki nerdeyse 2 ay olmuş yazmayalı, herhangi mantıklı bir bahanem de yok açıkçası..
Bazen böyle şeyler oluyor, hayatın belirli bölümlerinden kopuyorum, gerçeten bir açıklaması yok, ama oluyor işte.
Neyse, bu bölümleri çok uzatmamalıyım sanırım.
Bu sürede neler yaptın derseniz, hem de bir çok şeyden kopacak kadar , pek birşey yok aslında.
Paylaşmak istediklerim var tabi ki :
Dinamikleri Kongresi-İPYD
Cuma ve Cumartesi günleri, İPYD(İstanbul Proje Yönetimi Derneği) tarafından düzenlenen 12. Dinamikler Kongresi'ne katıldım.
Dernek tarafından her yıl belirli bir tema çerçevesinde Proje Yönetimi konusunda çalışan kişilerin kendi deneyimlerini ve yönettikleri projelerde öğrendikleri dersleri, takip ettikleri metodolojileri, faydalandıkları kaynakları yaptıkları sunumlarla paylaştıkları 2 gün süren bir etkinlik.
Bu yıl tema "Çok Uluslu Projeler"di ve 2 gün boyunca hepsi biribinde güzel ve faydalı pek çok sunuma katılma fırsatı buldum.
Çok uluslu projelerde kültür ve dil farklılıklarının getirdiği zorlukları aşmanın yollarından tutun da, farklı ülkelerdeki geleneklere, uluslararası projelerin kişilere kattıklarına ve tüm zorluklar aşıldığında ortaya çıkan güzel sonuçlara dair pek çok sunum yapıldı.

  • Benim favorilerim arasında ilk sırada "Proje Yönetimi ve Y Kuşağı" sunumu ile Tanol Türkoğlu geliyor. Y kuşağı kavramına, proje yönetimi ve  genel olarak iş hayatı bağlamında ışık tutan ve aslında hepimizin bir şekilde görüp bilip tam olarak adlandıramadığımız farklılıkları gözler önüne seren güzel bir sunum gerçekleştirdi. Kuşaklar arası farklılıkları ve bu farklılıklardan, Y kuşağının karakteristik özelliklerinden iş hayatında nasıl fayda sağlanabileceğine dair güzel ipuçları içermekle birlikte, çok da eğlenceli ve herkesi bir anda sarıveren güzel bir sunum oldu. 
  • Selnur Gülüm'ün "Londra-Paris-Cenevre üçgeninde bir Proje Yöneticisinin Kariyer Yolculuğu" sunumu da oldukça etkiliydi. Pozitif tavrı, yarattığı sıcak, samimi ortamla birlikte sunumun ana konusu olan iş hayatı, kariyer yolculuğu, başarıları ve seçtiği yaşam tarzı da beni çok etkiledi açıkçası. Her gün "rüya iş"ini bulan ve kariyerine bu yolda devam eden profesyonellerle karşılaşmıyoruz sonuçta :)
  • Uluslararası projeler bağlamında bir kariyer öyküsüne odaklanan bu sunum ve kuşaklar arası farklılıklara proje yönetimi bağlamında esprili bir dille yaklaşan diğer sunumdan sonra, 3. olarak da Serdar Günizi'nin gerçekleştirdiği "Sanal Ortamda Proje Yönetimi" sunumu konuya daha teknik yaklaşan, ama oldukça bilgilendiridici ve Serdar Bey'in birçoğumuz için çok yararlı olan deneyimlerini paylaştığı güzel bir sunum oldu. Sunumların üçünün de, çok farklı olsalar bile, en önemli ortak yanları, farkındalıktı. 

Farkındalık deyince de, kongrenin en sonunda Cemil Türün'ün 16. yüzyıl tarihi ile günümüz ekonomik sistemi arasında kurduğu bağlantılar ve bu ilişkiler kapsamında bize sağladığı bambaşka bakış açısı ve farkındalık kesinlikle bahsetmeye değer :)
Tımarlı sipahiler-yani günümüz KOBİ'leri, Avrupa'nın bu sisteme yanıtı, lineer ordu-corporation benzetmeleri, çok etkileyiciydi.
Mehpare Sözener'in uzun yıllar farklı ülkelerde sürdürdüğü iş hayatı bağlamında, ülkeler ve kültürleriyle ilgili bizimle paylaştığı tecrübeleri de gerçekten hoş bir kapanış oldu.
İlk kez 2008'de katılmış olduğum Dinamikler, bu yıl bende çok daha derin bir etki bıraktı açıkçası. Bilgi yoğun ve teknik sunumların yanı sıra, iş hayatında güzel işler başararak güzel yerlere gelmiş kariyerinde ilerlemiş başarılı  kişilerin kişisel tecrübelerini bizlerle paylaştığı faydalı bir ortam hazırlamışlardı.
İPYD başkanı Alev Akın ve Dinamikler 2011 proje yöneticisi Tolga Özdemir'e de buradan teşekkür etmek isterim. Organizasyonun büyüklüğü ve güzel planlanmış olmasından bahsetmiyorum bile :)
Çok faydalı ve keyifli 2 gün geçirdik hep birlikte.
Bir sonraki yılı sabırsızlıkla bekliyor olacağım:) Hatta o kadar hoşuma gitti ki, umarım bu sefer ufak daolsa organizasyona katkıda bulunma şansım olur :)

11 Şubat 2011 Cuma

Belki, bir gün....

Bu aralar yine başka konulara dalıp, blogumu biraz ihmal ettim sanki...
Bazen kafam o kadar dolu, o kadar meşgul oluyor ki, düşüncelerimi değil kağıda ya da bloga, kelimelere bile dökme ihtimalim olamıyor.
Her zaman iş değil tabi, ama çoğunlukla o.
Bir de gittikçe tuhaf ve içinden çıkılamaz hale gelen özel hayatım. O da oldukça dolduruyor kafamın içini aslında.
İnsan nasıl olur da yanlış olduğunu bildiği bir şeyi, bir hatayı, tekrar tekrar yapar.
Yıllaaaar önce bir arkadaşım, "Aynı hata 2. kez yapılıyorsa, o artık suçtur" demişti.
Gerçi çok da sevmezdim kendisini, iyi anılarım yok...
Yanlış olduğunu bile bile, aynı şeyi yapıyorum; tekrar tekrar.
Ama nasıl olabilir ki, bu kadar doğru hissettiren bir eylem nasıl yanlış olabilir?
Bir insanın yanında, kendinizi "evinizde" hissediyorusanız, ait olduğunuz yerde hissediyorsanız; nasıl olur da bunu yapmak yanlış olabilir ki ?
Yanlışlığını veda zamanında anlıyorsunuz işte.
İnsanın duygularına kapılıp verdiği kararların sonuçları hep farklı zamanlarda çıkıyor ortaya.
Ve veda anı, ve sonrası, öyle iç acıtıcı, öylesine boşlukta bırakıyor ki insanı, yanlış diyorsunuz, yanlış yaptım.
Sonra, bir süre sonra, yine özlem oluyor, yine hasret oluyor; artık aklınız değil, kalbiniz konuşuyor.
Yine herşey doğru geliyor, ta ki veda anına kadar.
Kırgınlıklar, üzgünlükler, tedirginlikler, yap boz gibi birbirinizin duygularıyla oynamak; yıpratıyor iki tarafı da, eğer varsa ilişkiyi de.
Peki çaresi ne?
Ne kadar kararlıydım 1 ay önce. Omuzumdan ağırlıklar kalktı, hafifledim diye yazılar bile yazdım.
Ama sonra, paylaşılan bir zaman, beraber geçen vakit, geceleri ayrı evlerde olsak bile, beraber geçen bir haftasonu....
ve bummmmm.
sanki hiç zaman geçmemiş, sanki hiç ayrılık olmamış, sanki biribirini üzen, kıran insanlar biz değiliz.
Herşeyi unutuyoruz, sadece ikimiz kalıyoruz.
Hayatın gerçeklerinden, sorumluluklardan, zorunluluklardan, herşeyden uzakta, bambaşka bir dünya oluşuyor, sadece ikimizin olduğu...
Bir insanın sadece kokusu, size kendinizi "evinizde" hissettirebilir mi?
Bir insanın sadece varlığı, hiçbirşey yapmasa bile, size kendinizi "güvende" hissettirebilir mi?
Bir insan sadece varlığı ile "huzur" ve "mutluluğu" getirebilir mi size?
Ya da bu yaşınıza kadar çok eğlendiğiniz, gözünüzden yaşlar gelen binlerce an yaşamışken, yine hiçbirisi "O"nun yanında geçirdiğiniz anlarla "karşılaştırılamaz" olabilir mi?
Ben mi büyütüyorum gözümde diye düşünüyorum, bir illüzyon mu, bir oyun mu bu aklımın bana oynadığı ?
Bir gün, sadece birbirimize ait olana kadar bilemeyeceğiz zaten. Ben de, "O" da....
O vakte kadar, çalınmış anlar, yasak da olsa, huzur ve güveni getirecek bize.
Ve eğer, düşündüğümüz kadar, hissettiğimiz kadar, olmasını istediğimiz kadar, bir gün bulmayı umduğumuz kadar gerçek ve yüce ise bu duygu; işte o zaman gerçekten birgün sadece ve sadece birbirimizin olacağız.

1 Şubat 2011 Salı

Yolları çatallanan bahçelerimiz ve diğer "biz"ler

Dün aslında benzer başlıklı bir yazı yazdım. Ama gerçek dünyada olup bitenler ve yaşadıklarımın yanı sıra, bu konunun bana hissettirdikleri ve düşündürdüklerine çok fazla değinemedim. Bu yüzden bugün aynı konuda biraz daha farklı bir yazı yazmak istedim.
Hepimiz hayatımız boyunca yol ayrımlarından geçtik. Her birimiz, birer seçim yapıp, yollardan birinde devam ettik.
Ama tabi benim gibi birisi iseniz eğer; diğer yoldan gitseydim beni nereye ulaştırırdı diye sık sık düşünebilirsiniz.
Bu durum zaman zaman, seçtiğim yolun beni ulaştırdığı noktadan memnun kalmamamdan, ya da zaman zaman meraktan da kaynaklanabilir.
Kaç yol ayrımından geçtik, kim bilir? Ya da ilk yol ayrımında hangi yolu seçtik, bir sonrakinde hangisini?
Seçmediğimiz yollar nereye çıkıyordu? Seçtiğimiz ve seçmediğimiz yollar, herhangi bir yerde çakışıyor mu acaba? Yani bir yolu seçtiğimizde, başka ayrımlar başka seçimler sonucunda, kendimiz seçmediğimiz diğer yolun ilerleyen kısımlarında bulabilir miyiz? Yani ne seçersek seçelim, mutlaka varacağımız, tüm yolların çıktığı bir nokta var mıdır hayatımızda? Kader dedikleri, böyle bir şey midir? Ne olursa olsun, ne seçim yaparsak yapalım varacağımız nokta?
Fırsat dedikleri de tam tersi midir acaba? Diğer yollarla asla çakışmayan, sizi hepsinden farklı bir noktaya götüren, çakışma olmadığı için geri dönüşü de olmayan, bu yüzden de riskli ama götüreceği noktaya vardığınız da aldığınız risk oranında büyük bir maddi/manevi kazanç elde etme olasılığınız olan yol.
Tabi, riskli bir yol, sonuç pozitif olmayabilir de, yol kayıplara da çıkabilir.
Bir şekilde her gün kararlar veriyoruz. Her gün, bazen küçük, bazen büyük, çatallanıyor bahçemizin yolları.
Bazen yaptığımız seçimler, olmayacak yollara çıkarıyor bizi. Bazen de ne karar verirsek verelim aynı noktada buluyoruz kendimizi.
Tüm bu çatallanan yollar ve yapılan seçimlerin sonunda, acaba başka bir yerde, başka bir evrende, başka bir "ben" var mı, diğer yoldan gitmiş olan, başka yolları seçmiş olan.
Durup geçmişe baktığımda, diğer yolu seçsem ne olurdu diye düşünüyorum ya, şte o seçim de yapıldı aslında belki de.
Buradan paralel evrenlere geliyoruz, bahçemizde çatallanan aslında "zaman"ın ta kendisi, mekan değil.
Kimbilir. Belki başka evrenler var, içinde olduğumuz evrenden farklı seçimlerin yapıldığı, farklı yollardan yürünen.
Ama en büyük soru o zaman, ben buradaysam, oradaki "ben" kim o halde?
"zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmadan çatallanıyor"
Ben o çatallardan birindeyim, peki ya diğerlerinde kim var?

31 Ocak 2011 Pazartesi

İşim işim güzel işim/ nasıl da yalan

Genel olarak işimi seviyorum.sadece, birlikte çalıştığım bazı kişilerle ve işimin bana maddi/manevi getirileriyle ilgili  problemlerim var.
Ama bunların yanı sıra, son dönemde memnun olmadığım ve değiştiremediğim durağan ve sıradan hayatımın bir simgesi haline geldi. Sanki işimi değiştirmek umutlanmamı sağlayacak ve belki de hayatımı değiştirmek yolunca güzel bir adım, bir başlangıç olacak. Ama yapamıyorum. Bir de 1,5 senedir söz vrip sonra sağlayamadıkları terfi de tüm bunların cabası. ne hevesim kaldı artık, ne de isteğim. Çalıştığım şirketle ilgili defteri kafamda kapattım gitti. Her sabah gelip ilanlara bakıyorum, o kadar yani.
Bu şirket artık üzerime geliyor, gitmem lazım. Hayatımda en öncelikle değiştirmem gereken, hatta değiştirdiğimde, nerdeyse tüm hayatımın değişeceği bir parametre işte bu.
İş değişince, çevrem değişecek, gelirim değişecek, belki semtim değişecek, domino taşları gibi hayatımda değiştirmek istediğim herşey değişecek.
Ama olmuyor, neler yapıyorum. tanıdığım herkese özgeçmişimi gönderdim. Farklı firmalarda karar verici pozisyonlardaki ya da iyi konumlardaki tüm tanıdıklarımla görüştüm, ne kadar sıkıldığımı ve neler istediğimi anlattım.
Her gün internette açık olan pozisyonlara bakıp başvuruda bulunuyorum :(
10 yıl önce burada beraber işe başladığım, ya da bu süre içerisinde bir süre de olsa beraber çalıştığım bir sürü insan güzel firmalarda güze yerlerde.
Yetkinlik olarak onlardan farkım yok. Çok güzel tecrübelerim var, işimin gerektirdiği sertifikasyonlara sahibim. Ama olmuyor, olmuyor.

Hayat seçimlerden ibaret-Forking paths/Çatallanan yollar

Hayat gerçekten çok ilginç. İnsanın karşısına olmadık zamanlarda olmadık yol ayrımları çıkartıyor.
Son birkaç haftadır, karşıma, hayatımla, geleceğimle, kariyerimle ilgili bir çok yol ayrımı ve karar verilmesi gereken seçenekler çıktı. Hem de, bunca zamandır karşıma hiçbir fırsat, mevcuttaki hayatımı değiştirecek, yeni bir sayfa açmamı sağlayacak bir yol ayrımı çıkmadığı için hayıflanıp duruyordum. Hayatımı değiştirmek istiyordum ve bunun yolunun hayatımın neredeyse 1/3'ünün geçmiş olduğu bu iş yerini değiştirmek olduğuna inanıyordum.

Ama o aradığım fırsat bir türlü karşıma çıkmıyordu işte. Bu durum da beni karamsarlığa ve hatta kapana kısılmışlık, şıkışmışlık hissine doğru sürüklüyordu.
Tam da o anda, birden karşıma 2 farklı fırsat çıktı. Nasıl rahatladım, nasıl hafifledim anlatamam :)
Birisiiyi maddi imkanlar sağlayan ve büyük bir kuruluşta fena olmayan bir iş, diğeri de zaten çalıştığım şirketin sahibi olan holdingin bünyesindeki başka bir şirkette, süper ve  çalışmayı çok  isteyeceğim bir pozisyondu

İlk tercihim süper olan pozisyondu, ama bir B planım da vardı. Bu arada henüz kimse teklif falan geçmiş değil aslında ama süper olan pozisyon olaccaktı. Pozisyonun bağlı olduğu kişiler çook eski tanıdıklarım hatta arkadaşlarımdı.  Benim kendim için hayal ettiğim kariyere de çok ugyundu, sanki pozisyonu benim için yazmışlar, o kadar yani :)
Nasıl mutlu oldum, akşam eve gidip kendi kendime kutlama bile yaptım :D

Tabi ki hikaye burada bitmedi....
Şu anda yaptığım işten daha önce bahsettim mi, hiiiç hatırlamıyorum. Şuradan bakabilirsiniz.
1,5 yıl boyunca terfi etmeyi bekleyip, önüme hiçbir fırsat gelmemişken; terfimin onaylandığı gün önüme 2 tane fırsat çıkması inanılır gibi değil.
İşte tam olarak da bu noktadayken, bir anda nasıl olduğunu anlayamadan, bir anda terfim onaylandı. Sevinemedim bile, çünkü kafamda zaten bitirmişim, ne hevesim kalmış ne heyecanım...
Ama şöyle bir etkisi oldu, kafamda oturttuğum grup içi firmadaki süper pozisyona başvuru hakkım da ortadan kalmış oldu (holding politikası-karışık ve gereksiz prosedürler)
Ama sonuçta, 3-5 kuruş fazla maaş, doğru düzgün yetki yok, sorumluluk çok.
Birebir çalıştığım müdür ile yöntemlerimiz hiç uymuyor, beraber çalışmakta ve iletişim kurmakta çok zorlanıyorum :(

Terfi ettim, yönetici oldum diye sevinmem gerekirken, sevinemedim bile. 1 yıldır karşıma çıkan en güzel fırsat uçtu gitti, ben çalışmanın bana artık eziyet gibi geldiği insanlarla birlikte, bu kafese hapsolup kaldım işte:(
Sevinmem lazım sevinemiyorum. Saçma geliyor, biliyorum. Yönetici olmuş, terfi almış, maaşı artmış deli mi bu insan diyorsunuz, eminim.
Zaman geçip süreç uzadıkça mutsuz oluyorum, negatif ruh halim de daha kötü olasılıkları peşinde getiriyor işte.
Ne çok yazdım, yazdım daaa, gelmek istediğim konuya bile gelemedim :(


İsterdim ki, tüm bu olaylar olurken, terifimi almayıp, risk alıp, diğer tarafa başvurayım. Hayatımda ilk kez, sağlamcılık yerine, risk almayı seçebilseydim.
Şu bir gerçek ki, büyük kazanç elde edenler hep büyük risk alanlardır. Ben de özel hayatımda çok risk alabilen bir insanken, iş hayatım ve maddi konularda hiçbir şekilde risk alamıyorum.
İsterdim ki, şu her gün beni boğan bu saçma sapan yerden, hayatımın kanserli parçasından, kurtulayım, hayatımdan söküp atayım. Ama yapamadım.
Hayatımın bahçesinde bir kez daha çatallanan bir yol, bir yol ayrımı çıktı karşıma ve yine güvenli olanı seçtim. Risk alamadım, yapamadım.
Bu da aslında bir sınav gibi. Yaşım ilerledikçe, gelirim arrtıkça, kariyerimde ilerledikçe, güvenceli seçimler, sağlamcı mantık yerleşiyor. Artık hiç risk alamaz hale geliyorum. Bu da beni kendi ellerimle inşa ettiğim kafesin içerisine hapsediyor.
En kötüsü de görmek, bilmek, farkında olmak ama yine de aynı seçimleri yapmak zaten. Ben buna eylemsizlik diyorum. İnsanoğlunun eylemsizlik yasası.Her ne yapıyorsa kişi, onu yapmaya devam etmek istiyor. Duruyorsa gitmek zor geliyor, gidiyorsa durmak.
Bu da benim eylemsizliğim. Çok değil 6 ay önce de benzer bir yol ayrımında yine güvenli olanı, yani bildiğim ve yıllardır yaptığımı seçmiştim. kendime sebebini açıklayamadım bile. Sonuçta, 6 ay, 6 yıl, değişen hiçbirşey yok.

Fırsat dediğimiz şey, aslında hayatta karşımıza çıkan bu çatallanan yollar ya da yol ayrımları değil mi zaten.
Fırsatı değerlendirmek, bir yol ayrımında doğru kararı verebilmek değil mi ?
Ben yine durağan olanı seçtim işte:( Yine, yeni yeniden; bir kez daha :(

4 Ocak 2011 Salı

Bambaşka ben - Mola almak istiyorum

Bugün, son birkaç yazımdan daha farklı bir yazı yazacağım.
Dün akşam itibariyle, o kendisi için, hayatı için birşeyler yapmayı deneyen, enerjisi yüksek ve keyfi yerinde kişi yok ne yazık ki
Çok mu kötü birşey oldu derseniz, ben de size hayır derim.
Ama küçük detaylar modumu çok etkileyebiliyor, belki biraz duygusal tepkiler veriyorum, ama bir anda hayata bakışım bile değişebiliyor.
Özellikle iş hayatında bunun doğru bir yaklaşım olmadığının ve bu yaklaşımın en çok da bana zarar verdiğinin farkındayım, değiştirmeye de çalışıyorum, ama olmuyor işte.
Bugün, yine hayatımla ne yapmak istediğimi sorguladığım noktaya geri dönmüş durumdayım.
İşimi seviyorum, ama bazen, özellikle kötü niyetli insanlar ve onların istedikleri gibi davranmasına izin veren belirsizliklerle dolu sistemler işime olan saygımı kaybetmeme sebep oluyor.
Bir süredir, ayaklarım geri geri gidiyor; işimi de eskisi kadar iyi yaptığım düşüncesi içerisinde değilim.
Ama kendimi yorgun, bezgin ve mutsuz hissediyorum. İçimden işe gitmek gelmiyor işte.
Bu durum bir süredir böyle, kendimi bu durumdan çıkarabilmek için uğraştım. Önce, iş yerinde beni rahatsız eden durumları değiştirmeye/düzeltmeye çalışarak işe başladım, ama nafile.
Bu olmayınca, iş aramaya giriştim, iş görüşmelerine gittim, tanıdıklarıma haber saldım v.s.  bundan birşey çıkmadı. Sonrasında , bir süre sabretmenin ve beklemenin uygun ve mantıklı bir davranış olacağını düşünüp, kendimi iş dışındaki konularla ilgilenmeye verdim. Gözlüklerimden kurtulmak, ev bakmak, spor salonu araştırmak v.b.v.b Ama yetmiyor. İşin kötüsü kendimi bir sarmalda gibi hissediyorum, bir kısır döngünün içerisinde.
Gittikçe çaresiz hissediyorum, bu durum da iş görüşmelerinde bıraktığım ilk izlenimi etkiliyor bence. Geriliyorum, rahatsız oluyorum v.b.
Sonuç, iş değiştiremiyorum, iş değiştiremedikçe kapana kısılmış ve çaresiz hissediyorum, bu da iş değiştirmeme tamamen engel oluyor :(
Olumsuzluklarla dolu, değil mi?
Ve bu olumsuzlukların hayatımda yer almasında, payım olduğunu düşünüyorum.
Bu, kendi kendimi getirdiğim bir durum; kendi kendime yaptığım bir işkence.
Sonuç, kendi kendime düştüğüm çukurdan çıkmaya çalıştıkça, daha çok batıyorum.
Bir süre durup, sakince düşünmem lazım, biliyorum; ama yapamıyorum.
Elime geçen çok güzel iş fırsatlarını belki de bu psikolojik etkenler sebebiyle kaçırıyorum, kimbilir :(
En büyük sebep aslında, gerçekten ve hala , ne istediğimi bilmiyor olmam.
Ne yapmak istiyorum, bilmiyorum. Bazen hayatımı boş boş geçiriyormuşum gibi geliyor. Ye, iç, gez, eğlen, çalış, para kazan, yine ye , iç eğlen v.s. nereye kadar. Ama hayatıma anlam katabilmek için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum sanırım. Bilsem de, yapamıyorum, halim yok :(
Bir süre çalışmayabilmek istiyorum. Bir süre sadece durup kafamı ve kendimi dinleyebilmek istiyorum.
İçinde bulunduğum pozisyonun, son bir yılda hem iş hayatımda hem de özel hayatımda kendime yaptıklarımın, kendimi düşürdüğüm pozisyonların sonuçlarını, kendimden, bedenimden, kalbimden, hayatımdan silebilmek istiyorum
Mola almak istiyorum hayatan ....
1,3,5 ay, ne farkeder
Sadece mola almak istiyorum ............