10 Şubat 2019 Pazar

Bu kız neden yıllar sonra yazmaya başladı?  Değil mi ama ...
Aslında aylardır yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum, durmaksızın; bazen kafamın içinde, bazen bulduğum yere, telefonumda, bilgisayarımda...

Her yerde ve durmaksızın, kafamın içinde cümleler akıp gidiyor, bazen yakalayabiliyorum bazen yakalayamıyorum...

İçimde bir duygu sağanağı var, taşıyor içimden; ıslanıyorum yağmurunda, hatta bazen boğuluyorum; akıyor, taşıyor içimden duygular...
Yıllardır orada hapsedilmiş ne varsa, yüreğimden akıp çağıldıyor ve ben onlarla ne yapacağımı bilemiyorum...

Canım acıyor, bazen fiziksel bir acıya dönüyor, zihnimle bedenimle, yüreğimle neler olduğunu çözmeye çalışıyorum...

Aylardır ağır bir hüzün dalgasıyla uyanıyorum üzerimde,biraz depresif, biraz yorgun...

Yapmak istediğim hiçbirşeye odaklanamıyorum...

İçimde esen bu fırtınaları anlamaya çalışmaktan başka hiçbirşey yapamıyorum...

Yorucu, tüketici ama aydınlatıcı...

Aylar aylar sonra bugün, çok uzun zaman sonra bugün, içimde yoğun bir enerjiyle, dinç bir şekilde uyandım...

Daha gün doğmadan kendimi yataktan kaldırdığım gibi, sahile attım...

Koştum, yürüdüm, güneşin doğuşunu, öncesinde o güzel mavi yeşil tan ağarışını izledim, fotoğraflar çektim.

Ayaz biraz canını yakıyordu insanın, ama güneşliydi, tabi güneş göründükten sonra...

Kendimi biraz yenilenmiş, biraz hayata dönmüş gibi hissettim, hani böyle herşeyi yapabilecekmiş gibi, çiçeklenip açabilecekmiş gibi, bahar gibi biraz, baharda çiçek açan rengarenk ağaçlar gibi biraz ...

Aşağıdaki gün doğumuna bakıp şöyle yazdım :
Güneş doğuyor, her nefesle içimize çektiğimiz hayat, herşeye rağmen devam ediyor...

Sonra aklıma cemreler geldi, merak ettim ne zaman düşüyormuş acaba havaya diye, baktım hemen, 20 Şubat'mış; daha 10 gün var ilk cemreye...

Ama gün doğarken, orada sahilde yürürken, renkleri aklıma yazıp, denizin kokusunu ciğerlerime doldururken buz gibi, hissettim ki;yüreğime, ruhuma cemre düştü bu sabah ...

Aylar, belki yıllar sonra...





6 Şubat 2019 Çarşamba


Kendi kendime karar vermiştim, yıllar yıllar önce, bir şekilde evim ve ofisim ayrı kıtalara düştüğünde, demiştim ki bundan güzel bir sonuç da çıkabilir aslında, iyi yönünden bakmalıyım.
Her gün ama her gün İstanbul Boğazı'ndan geçeceğim, daha ne olsun.
Biliyorum, biliyorum, biraz züğürt tesellisi gibi geliyor ama biraz daha derinlikliydi aslında buradaki düşünce...

Önemli olan bir tek şey vardı, bir şekilde geçerken her ne yapıyorsam, uyumayı, telefonumla uğraşmayı ya da kitap okumayı kesip, başımı kaldırıp birkaç dakikalığıne bile olsa o muhteşem manzaranın tadını çıkarmalıydım.

Hala her görüşümde aynı şekilde nefesimi kesiyor İstanbul Boğazı...
Dedim ki kendi kendime, her gün o birkaç dakika kendime hayatın, bu şehrin güzelliklerini hatırlatmak ve benim için dünya üzerindeki en ama en güzel yere saygı duruşunda bulunmak demek olacak.

Her gün, elimden geldiğince, hele de Boğaziçi köprüsünden geçiyorsam, o birkaç dakika Boğaz'a, onun güzelliğine ve bende yarattığı tüm duygulara saygı duruşum benim.
Günlük hayat karmaşası içerisinde, bazen pek çok güzellikle karşılaşıp farkına bile varmıyoruz, yaşadığımız anı/anları kaçırıyoruz, bırakın onlara ayrıca vakit ayırmayı gözümünüzün önünde bile olsalar görmüyoruz.
Temelinde biraz da bu duygu yatıyordu kararımın, hayatın güzelliklerinin farkına varmak, kucaklamak...

Bu aralar, yani tam da Ekim ayının başlarında, her gün tam da Boğaziçi köprüsüne girdiğimiz saatlerde, güneş doğuyor Çamlıca tepesinin arkasından; kırmızı, sarı, yeşil, mavi, gökkuşağının tüm renklerini sanki gözküyüzüne dağıtmışsın gibi muhteşem renk oyunları yaparak bulutların arkasından, gördüğüm nefesimi kesen bu manzaranın muhteşem renkerlerinin yanında bir derinliği de olduğunu anlatmak ister gibi bana, kocaman ...
Gözlerim kamaşıyor manzara karşısında, sonra denizin mavi sularına bakıyorum, hatta bazen kurşuni, ve artık Kuleli'ye de selam veriyorum geçerken, seni düşünerek, nedense...



31 Ocak 2019 Perşembe

Yazmak ya da yazmamak

Neredeyse 6 yıl olmuş yazmayalı, ama bu bir çeşit klasik zaten; hayatın ve düşüncelerin sarmalında kaybolup, yazmaktan uzaklaşmak
o ya da bu şekilde, aslında, biraz da kendinden uzaklaşmak...

sorgulamaya ne kadar devam etsen de düşüncelerde, aslında insan biraz da yazarak toparlıyor düşüncelerini, hatta kendi adıma biraz da yazarak düşünüyorum...
tüm sorularım, sorgulamalarım, hayata bakışım, hayata karşı duruşum, biraz da yazarak belirleniyor aslında. 
Yazarak daha kolay buluyorum yolumu, tüm o karmakarışık düşünceler labirentinde...

peki ne oldu da 6 yıldır yazmadım acaba ? 
Yazmayı bıraktım, okumayı bıraktım (bir nevi), bu aslında bir çeşit gönüllü kayboluş değil miydi tüm o düşüncelerin labirentinde...

Düşüncelerimden mi korkmuştum acaba, yoksa düşünmenin kendisinden mi,  hatta hissetmekten mi, yaşamaktan mı?

en son yazdığım hayatım için ne istiyorum sorularına yanıt mı buldum acaba ? 
Ya da ararken kayıp mı oldum ? 

Durdum, sanırım sadece durdum...
Bir şekilde durdum...
Elbette aslında durmuyor insan, nefes aldığın sürece hareket ediyorsun, ileriye geriye gidiyorsun, gün doğuyor, gün batıyor ve sen yaşıyorsun, durmuyorsun

İsteyerek ya da değil, bilerek ya da değil, öğreniyorsun,seviyorsun, canın acıyor, özlüyorsun, seviniyorsun, umutlanıyorsun, düşünüyorsun, o labirentin sokaklarında yürüyorsun, sadece okumadan ve yazmadan, biraz da körlemesine yürüyorsun; kayboluyorsun, dümdüz hedefe gitmiyorsun, ama bu da bir yolculuk ve her yolculuk gibi, varış noktası kadar değerli en az...


Yani durmak istesen de duramıyorsun, belki durduğunu sanıyorsun, bazen upuzun bir yolculuk yapıp kendini başladığın noktada buluyorsun, ama bu yaptığın yolculuğu ve etkilerini silmiyor aslında...

o zaman hayatın getirdiklerini kucaklamak  ve yeni yolculuklara yelken açmak lazım; her nerede sonlanacaksa da...


11 Ocak 2013 Cuma

Eğlenmek güzeldir

Uzun zamandır hayatımla ne yapmak istediğimi, hayattan neler beklediğimi, nasıl mutlu olacağımı düşünüyordum.
Bu düşüncelerin bir kısmını yazıya dökerek bu blogda da paylaştım.
Uzun zamandır kafamı kurcalayan bu sorulara henüz yanıt bulabilmiş değilim.
Ancak, ruh halim ve dünyaya/hayata bakış açımda da oldukça büyük değişiklikler var; sebebini hiç bilemiyorum; özel bir durum yok çünkü.
Ama, daha önceki depresif ya da zaman zaman iç karartıcı olabilen yazılarımı düşününce, ruh halimdeki bu olumlu değişimleri de bir yazıyla paylaşmak istedim :)

Bir nevi, düşünmeyi bıraktım, mideme giren ağrıların da burada etkisi var alsında ne yazık ki...
Ne işle ne de özel hayatımla ilgili çok uzun uzadıya düşünmemeye çalışıyorum, daha az ve daha geç sinirlenmeye özen gösteriyorum.
Eski sessiz, mazbut hayatımı bir kenara bıraktım; geceleri dışarı çıkıyorum, eğleniyorum.
Kendimi serbest bıraktığımı, bunca yıldır kendime ördüğüm duvarlarımı kısmen de olsa yavaş yavaş yıkmaya başladığımı hissediyorum.
Hafta sonları iş yerinden ve dışarıdan bir ekiple birlikte dışarı çıkıyoruz, dans ediyoruz, eğleniyoruz.
Bu vakte kadar , kebapçıya gidip rakı muhabbeti dışında İstanbul'da çok fazla dışarı çıkmışlığım yoktu. Hatta son 2 ay içerisinde, ömrüm boyunca çıkmadığım kadar çıktım. Fark ettim ki, aslında özellikle sigara yasağı başladığından beri, insanın üstüne üstüne gelmeyen, güzel müzikler çalan, kalabalığın korkunç ve insanı klostrofobiye sürükleyecek kadar korkunç olmadığı mekanlar da varmış.
Mesela Tektekçi'ye bayıldım. Mekanın kapalı kısı çok küçük, ama içeride kapalı kalmaya zaten gerek yok. Beyoğlu'nda dar bir sokakta ve sokağın sağlı sollu kenar kısımlarını bir şeritle gelen misafirlere/müşterilere ayırmışlar. Sokak dar ve sobalar var; soğuk bir akşamda gitmemize rağmen hiç üşümedik. Müzikler güzeldi, açıkhavada olduğumuzdan daraltılar da gelmedi :) Shotlar zaten süper :) Değişik, tatlılı, ekşili, nasıl isterseniz,eğlenceli bir sürü shotlar var. Kalablık gitmek faydalı, büyük setler alınca daha da mantıklı hale geliyor.
Bir sonraki hafta Asmalı Mescit'te Loop adında yine shot yapan küçük bir mekan ile başladık. Shotların isimleri de kendileri de çok eğlenceliydi ve de Tektekçi'den daha fazla alkol ihtiva ettikleri kesin :) Shotlarımız alıp (jack sparrow en güzeliydi:)), Faces'a geçtik. 80'ler ve 90'lardan eğlenceli müzikler eşliğinde dans ettik; ama burası bir saatten sonra bana daral geçirtecek kadar kalabalık oluyor, haberiniz olsun :)
Geçen hafta ise, en beğendiğimiz mekana gittik; Kafepi Mürekkep - Nam-ı diğer Curcuna
Curcuna yazları açılıyor, mekanın açık kısmı; Mürekkep alt katta, kapalı kısım. mekan çok geniş, kocaman uzun uzun yemek masaları var. Kalabalık etkinlikler için de birebir, ancak mutlaka önceden rezervasyon yaptırmalı. Yemek fiyatları çok uygun, öyle Cadde'vari (Midpoint, Kitchenette vs ile) karşılaştırılmaz bile.
gece belli  bir satten sonra, sandalyeler kalkıyor, mekan club ortamına dönüyor. Müzikler fena değil, bir Faces olmasa da (müzik anlamında) eğlendim. Tek eksisi, çooooook sıcak olmasıydı; özellikle alkol ve dansla birleşince ortam tam anlamıyla bir hamam gibi oluyor:)
Allahım, benim gibi mazbut, gece hayatından uzak, Cumartesi'lerini evde film izleyerek ya da arkadaşlarının evinde sohbet muhabbet geçiren bir insan da, böyle bir yazı yazdı ya; ruh halimdeki değişimleri siz düşünün. 35 yaş etkisi midir nedir:):):)
kısaca şunu demek istiyorum; evet düzgün ya da doğru olmasını istediğim pek çok konu var; kendimle, işimle, ailemle, hayatımı etkileyen her konuyla ilgili.
Bazen ne istediğimi değil de, ne istemediğimi bildiğim için kızıyorum kendime...
Ama, hayat sadece bu değil, eğlenip biraz işleri oluruna bırakmak gerekiyor sanırım...
Ben de bu aralar böyleyim işte :)...


26 Aralık 2012 Çarşamba

Yılbaşı, yılsonu

Bir yıl daha bitiyor işte....
2012'yi de bitirdik, gelsin 2013.....

Her yılbaşı bir umut, bir başlangıç gibidir benim için, çok severim yılın bu dönemini; aynı zamanda düşüncelere de sevk eder beni.
Çünkü yeni başlangıçlarla birlikte, geçip giden zamanı, bitişleri, sonları da temsil eder.
Sormayın, çook karışık duygular demek yılbaşı dönemleri benim için :)...

Yeni bir yılı kutlamak; umutla, hevesle, heyecanla bakmak yeni yıla...
Diğer taraftan da, bir önceki yılbaşını, o zamanki umutlarımı, heveslerimi, heyecanlarımı hatırlayıp, ne kadarını tamamladığımı, ne kadar ilerleme kaydettiğimi düşünmek, hesaplamak...

Yazmakta bile zorlandım şimdi, geçen zamanı düşünmek kolay değil.
Bu hayatta yerine koyamayacağımız tek şey işte, geri gelmiyor bir kez geçince
Çok düşününce üzerinde , yaşadığın her "an"ı doğru yaşama zorunluluğu duyuyor insan...

Hayat böyle birşey işte, insan tek bir hakkının olduğu, ama "yaptım bitti, o an o seçimi yapmıştım, geçti gitti" demenize izin vermeyecek kadar çok "an"dan ve "yol ayrımı"ndan oluşuyor.

Hayat nasıl dolu dolu yaşanır, yaşadığınız hayat ne zaman, nasıl daha anlamlı olur, insan ne yaparsa geriye dönüp baktığında yaşanan "an"ları doğru, düzgün, dürüst ve anlamlı yaşadığını düşünür?

Bu kadar üzerinde düşünce, "an" be "an" inceleyince de, insan gerçek anlamda yaşayamıyor hayatı, bırakamıyor kendini...
Çok zor bu işin dengesi, yani hem "an"ı yaşayacaksın, tadına varacaksın, bir iz, bir etki bırakacak üzerinde; hem de doğru, düzgün yaşayacaksın o "an"ları ki, doğru tarafı seçeceksin ki yol ayrımlarında, yaşadığın hayat da senin hayatın olsun, rüzgarda savrulmak yerine
Bunu ben seçtim, bunu ben yaptım diyebilesin.

İşte yılbaşı demek, yeni yıl demek böyle şeyler düşündürüyor bana... fazla mı takıntılı, fazla mı detaylı, kim bilir?
Ama böyle güzel güzel üslenmiş, ışıklar içerisindeki, gelin gibi Beyoğlu, Niaşntaşı sokaklarını gördükçe, herkes yeni yıl dileklerini paylaştıkça, birbirine hediyelerini verdikçe, sevdiğim insanlara hediyelerini aldıkça, böyle içim bir sevinç, bir heyecan kaplıyor, unutuyorum hepsini; kendimi umutlar, hayaller, heyecanlar selinde buluveriyorum işte:)
Tekrar yazamazsam, ki yazamam muhtemelen :), herkesin yeni yılı, 2013 yılı, kutlu olsun, bu yıl herkese dilediklerini, umut ettiklerini, mutluluğu, sağlığı, huzuru getirsin ......
İyi yıllarrrrr ......


15 Kasım 2012 Perşembe

Tek başına seyahat - Porto 2

Bu anlatacağım aslında Porto'daki 3. günümdü. Tatil bitip iş telaşına düşünce, biraz gecikti yazım ne yazık ki.

*******

Porto'daki son günüm olacaktı, ertesi sabah erkenden Lizbon'a yola çıkıyordum. Gezip görmek istediğim çoğu yeri de tamamlamıştım, bu yüzden bu günü, tam da bu tatile çıkarken yapmayı düşündüğüm, acele etmeden, koşturmadan, herşeyin tadını çıkararak gezme günü ilan ettim :)
Hava da çok güzeldi, güneş başımın üzerinde muhteşem bir şekilde ışıldıyor ve içimi ısıtıyordu.
Güne Özgürlük Meydanı'nda dolaşarak ve fotoğraf çekerek başladım. Oradan, Mercado Bolhao - Bolhao Pazarı/Marketine giderek devam ettim. Pazar çok doğal ve güzeldi, çok hoşuma gitti. Pek fotoğraf çekemedim ama bir sürü hediyelik aldım. Gerçi fiyat olarak Ribiera ile pek fark olmadığını söyleyebilirim, en azından benim aldığım hediyeliklerde:)
Pazara kadar zaten yürümüştüm, pazardan sonraki kısmın da neredeyse tamamını yürüyerek gezdim.
Daracık, ama rengarenk, tam da Portekizli bir sürü ara sokaklardan yürüyerek Ribiera'ya kadar indim.  Hatta öyle sokaklardan geçtim ve o kadar uzun süre yürüdüm ki, Ribiera'ya geldiğime inanamadım bile:)
Ribiera'da, güneşin de baştan çıkarıcı etkisiyle (önceki 2 gün öyle üşümüştüm kii :)) mola verdim, meydanda bir kafede kahvemi içip, uzuuuun uzun oturdum. Etrafı izledim ve güneşin beni kemiklerime kadar ısıtmasına izin verdim.
Arkasından, Dom Luis Köprüsü'nden yürüyerek nehrin karşısına geçtim, Porto'nun fotoğraflarını çektim, oturup güzel bir yemek yedim ve Sandeman'da şarap tadımına katıldım. Villa Nova de Gaia şehrinin (aslında sadece nehrin karşısında ve yürüyerek geçiyorsunuz ama başka ir şehir işte :)) sokaklarında yürüdüm.
Porto'ya geri döndüm, Vinology denen Ribiera Meydanı'nın hemen arkasındaki tramvay durağına çok yakın bir şarap evinden şaraplarımı satın aldım ;)
Hostele götürmek biraz zor oldu, ama eve getirmek (4. kat, asansör yok :)) biraz daha zor oldu.
Olsun, Porto'da çok güzel, aslında biraz aylak ama çok keyifli bir gün geçirdim.
Akşam, Özgürlük Meydanı arkasındaki sokaklarda biraz dolandım, çok güzel restaurantlar ve kafeler var. Akşam vakit geçirmek için oldukça ideal, ayrıca da hstelim bu bölgeye çok yakındı.
Ertesi gün sabah Lizbon'a döndüm, dönerken trenimi kaçırdım (nasıl diye sormayın, n'olur), hiç ingilizce bilmeyen bir demiryolları görevilisi beni gişeye götürüp bir şekilde 30 euroluk bir sonraki trene beni 10 euro'ya bindirmeyi başardı. Nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Fakat , treni beklerken makineden yanlışıkla alıp içtiğim capuccinodan mıdır yoksa trenin anormal bir şekilde sallanmasından mı bilmiyorum (oysa hayatım boyunca ne araba, ne de deniz tuttu beni ) midem kötü oldu.
Lizbon'a inmez otelime gidip yattım. Hosteller çok uygun fiyata geldiği için Lizbon'daki son akşamımda kendime güzel bir otel ısmarlamaya karar vermiştim. Öyle 5 yıldız bir otel değil, butik, yerel ve rahat bir yer olsun istemiştim.
Zuza B&B'de kaldım. Sıcak bir banyo ve üzerine güzel bir dinlenme ile daha iyi oldum. Otel personeli çok cana yakın, çok yardımseverdi ve beni rahat ettirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Akşam daha iyi hissedip,  oldukça yakın olan Barrio Alto bölgesine yürüdüm, güzel bir italyan restaurantında yemek yedim, dolaştım, biraz karanlık veI ssız görünmekle birlikte (Taksim ya da Kadıköy'e kıyasla) oldukça keyifli mekanlar bulunuyor.
Lizbon'daki akşamları geçirmek için çok uygun.
Ertesi gün,sabah kalkıp otelimde kahvaltımı ettim. Kahvaltı inanılmazdı. Bir haftadır mısır gevreği yediğimi düşününce, Portekiz mutfağından hamur işleri, değişik peynirler, omlet ve kahvaltıya özel taze meyvelerle hazırlanmış yoğurt ve waffle. Çok başarılıydı. Kahvaltı mekanı, otelin içerisindeki salon diye düşünebileceğimiz bir ortak kullanım alanında, büyük bir masadaydı ve otelde kalan  2 çift ile birlikte otelin sahibi de kahvaltıyı bizimle yaptı. Çok keyifli bir kahvaltı, güzel yemekler ve birisi California, diğer Berlin'den gelen 2 çiftle çok keyifli bir sohbet oldu.
Sonra Belem'e gidip, Nata alıp geri gldim, sokaklarda yürüyerek otele, oradan da havalanına gittim.
Portekiz seyahatim için Zuza çok keyifli bir final oldu, ama ne yalan söyleyeyim, kalbim Porto'da kaldı. Lizbon uzun bir tarihçeye sahip, kozmoolit, farklı kültürleri barındıran keyifli bir şehir. Ama Porto, ahh Porto. Daha küçük, daha samimi, daha az bozulmuş ve daha doğal. İnsana huzur veren, ayrıca çok da romantik bir şehir bence. Kesinlikl tekrar gitmek isterim.

******

Eveeet, Portekiz izlenimlerim bu şekilde. Umarım gitmek isteyenlere de güzel bir rehber olur.





6 Kasım 2012 Salı

Tek başına seyahat - Porto 1

Eveet efendim,  her ne kadar her akşam belirli bir vaktimi gezimin detaylarını sizlerle paylaşmaya ayırsam da, 1 gün geriden geliyorum ne yazık ki.
Porto'ya dün geldim, ancak bugün yazabiliyorum.
Ama, dün ve bugünü birleştirerek bu akşam arayı kapatmayı umuyorum. Çünkü dün günümün bir kısmı yolda geçtiğinden, anlatacak daha şeyim var :)
Ama bugün çok dolu dolu geçti.
******
Dün sabah kahvaltıdan sonra Santa Apolonia istasyonuna geçtim. Saat 10:30 gibiydi ve Porto'ya ilk tren 11:30'daydı.
Saat 15:00'e doğru trenimiz  Porto'ya vardı.
Trenden iner inmez ilk farkına vardığım şey buzzzz gibi hava oldu :)
Bir taksi bulup binene kadar resmen titredim.
Oysa Lizbon'da tişört ya da pamuklu sweatshirt denebilecek kalınlıkta kıyafetlerle dolaşıyorduk.
Porto'ya üstümde yanımdagetirdiğim en kalın montla indim  ve dondum.
Hostelime geldim, burayı da çok sevdim. Tattva Design Hostel. Lokasyon çok iyi, şehrin içerisindeki pek çok önemli lokasyona çok yakın. Ayrıca yepyeni ve çok ferah. Oasis'in kendine özgü bir samimyeti ve rahatlığı vardı. Burası daha hijyenik, daha temiz daha havadar; ama biraz da otel/yurt gibi.
Çalışanlardan da çok memnun kaldı bu arada, hepsi inanılmaz sıcakkanlı ve yardımseverler.
Hostele yerleşip, soluğu sokaklarda aldım.
Hostel Batalha denen semte/bölgeye çok yakın. Hemen buradan fünikülere binip, Ribiera'ya indim.
Bayıldım, gerçekten bayıldım. Lizbon, evet güzeldi. Bu vakte kadar gezip çok sevdiğim şehirler oldu; ama burası bambaşka. Küçük, samimi, sessiz, insanları çok sıcakkanlı ve yardımsever.
Dom Luis Köprüsü
Ribiera,  hemen nehir  kenarında, şehrin en eski ve otantik, orijinaline en yakın şekilde korunmuş bölgelerinden birisi. Büyükcene bir meydan gibi düşünülebilir. Fünikülerden daha inmeden, Dom Luis Köprüsü'nün inanılmaz güzellikteki manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Meydanda takı vs satan tezgahlar, cafe/restaurantlar, nehirde tur yapan tekneler ve buna benzer turistik mekanlarda bulunabilecek şeyler var.
Ama ortam öyle huzurlu, öyle kendisine has ki. Daha Ribiera'ya iner inmez, bir Porto yerlisiyle tanıştım. 60'lı yaşlarındaki Euclides, bana şehir hakkında bilgi verdi, nerelere gitmem neleri görmem gerektiğini anlattı.
Nehrin diğer tarafında şarap imalathaneleri var, onlara yarın gideceğim. Onlardan bahsetti, bir tanesini tavsiye etti, yarın gidip test edine yazarım :)
Yarım saatten fazla sohbet ettik, çok keyif aldım ve çok yardımcı oldu.
Sonra da oturup deniz mahsullerinden oluşan güzel bir yemek yedim.
Ribiera'da gün batımı
Hani bazen bazı anılar, bir koku, güzel bir müzik, bir plajda güneş ışığının teninizde bıraktığı sıcaklık gibi ufak detaylarla insanın hafızasına kazınır ya; Porto - Ribiera da benim için öyle oldu. Günbatımındaki muhteşem kızıllığın hemen arkasından, yemeğimin üstüne gelen Caffe Latte'mi avuçlarımın arasına aldığım anda parmaklarımdan tüm vücüduma yayılan sıcaklığı hiç unutamayacağım sanırım.
Bu arad, bu şehri çok romantik bulduğumu söylemeden de geçemeyeceğim. Gerçi tek başıma geziyorum ama, romantik bir gezi ya da aşk tazelemek isteyenler için çok uygun bence.

Bu sabah erkenden yola çıktım Ne yazık ki, güzel haftasonu (yani insanların da benim de çalışmadığımız günler) geride kalmıştı ve iş başlamıştı. Sabahın köründe bir dizi iş telefonundan sonra gezime başladım.
Se Catedrali'nin fotoğraflarını çekip, merdivenlerden yürüyerek tekrar Ribiera'ya indim. Ribiera'nın sonuna kadar yürüyüp, sağ taraftaki sokaklardan bir arkadaki ana caddeye çıktım ve oradan tramvaya binerek Okyanus kenarına kadar gittim. Okyanus ne büyük ve ürkütücü birşeymiş öyle :)







Castelo Queijo
Bir süre kocaman dalgaları izledkten sonra, bu sefer otobüsle Castelo Queijo'ya kadar gittim. Biraz fotoğraf, biraz yürüyüş derken, tekrar otobüse atlayıp Matosinhos'a gittim. Bu bahsettiğim yerler aslında aman görmezseniz olmaz yerler değil. Castelo Queijo'dan kocaman bir kale beklemeyin, Matosinhos'ta ise eski büyük bir market (çiçek pazarı bile var içinde) ve deniz mahsulleri ağırlıklı yemek yapan esnaf lokantası tipli restoranlar dışında pek birşey yok.  Ama gelmişken göreyim dedim :)



Casa de Musica

Casa de Musica
Arkasından tekrar otobüse atlayıp, Boa Vista bulvarına gittim. Bir noktada inip yürüyerek mimarisiyle dikkati çeken konser ve sanat merkezi Casa de Musica'ya kadar geldim. 2000'li yıllarda yapılmış olan bu binanın mimarisini de doku ve devamlılık açısından çok başarılı buldum.
Yürümeye devam :) Kirstal Sarayı'na geldim, aslında önemli olan bahçesi, sarayın içinde pek birşey yok. Bahçeyi gezdim, ama önemli bir uyarı. Bahçenin tek giriş çıkışı var, öyle Central Park ya da Maçka Parkı gibi, bir tarafından girip öbür tarafından çıkarım yanılgısına düşmemek lazım :)
Livraria Lello

Livraria Lello
Kaldığımız yerden yürümeye devam :) Geldik Livraria Lelloe'ya - Lello Kitapçısı. Kitapçı deyip geçmeyin, iç mimarisiyle Harry Potter kitaplarına ve filmlerine ilham kaynağı olmuş bu güzel kitapçıyı mutlaka görmelisiniz.
Buradan çıkıp Praça de Liberdade -Özgürlük Meydanı'na geçtim, ama diğer yerlerin yanında burası sönük kaldı :)
Çok yorucu, bol yürümeli, bol deniz mahsullü ve hayrettir ki az kahveli; ama çok keyifli  bir gün geçirdim.
Akşam yemeğini yine Ribiera'da yedim. Açtıkları şişe şarabımı da pek tabi ki bitiremeyip paket yaptırıp hostele getirdim :)
Yarın şarap imalathaneleri, tekne turu v.b. ile burada olacağım :)