10 Şubat 2019 Pazar

Bu kız neden yıllar sonra yazmaya başladı?  Değil mi ama ...
Aslında aylardır yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum, durmaksızın; bazen kafamın içinde, bazen bulduğum yere, telefonumda, bilgisayarımda...

Her yerde ve durmaksızın, kafamın içinde cümleler akıp gidiyor, bazen yakalayabiliyorum bazen yakalayamıyorum...

İçimde bir duygu sağanağı var, taşıyor içimden; ıslanıyorum yağmurunda, hatta bazen boğuluyorum; akıyor, taşıyor içimden duygular...
Yıllardır orada hapsedilmiş ne varsa, yüreğimden akıp çağıldıyor ve ben onlarla ne yapacağımı bilemiyorum...

Canım acıyor, bazen fiziksel bir acıya dönüyor, zihnimle bedenimle, yüreğimle neler olduğunu çözmeye çalışıyorum...

Aylardır ağır bir hüzün dalgasıyla uyanıyorum üzerimde,biraz depresif, biraz yorgun...

Yapmak istediğim hiçbirşeye odaklanamıyorum...

İçimde esen bu fırtınaları anlamaya çalışmaktan başka hiçbirşey yapamıyorum...

Yorucu, tüketici ama aydınlatıcı...

Aylar aylar sonra bugün, çok uzun zaman sonra bugün, içimde yoğun bir enerjiyle, dinç bir şekilde uyandım...

Daha gün doğmadan kendimi yataktan kaldırdığım gibi, sahile attım...

Koştum, yürüdüm, güneşin doğuşunu, öncesinde o güzel mavi yeşil tan ağarışını izledim, fotoğraflar çektim.

Ayaz biraz canını yakıyordu insanın, ama güneşliydi, tabi güneş göründükten sonra...

Kendimi biraz yenilenmiş, biraz hayata dönmüş gibi hissettim, hani böyle herşeyi yapabilecekmiş gibi, çiçeklenip açabilecekmiş gibi, bahar gibi biraz, baharda çiçek açan rengarenk ağaçlar gibi biraz ...

Aşağıdaki gün doğumuna bakıp şöyle yazdım :
Güneş doğuyor, her nefesle içimize çektiğimiz hayat, herşeye rağmen devam ediyor...

Sonra aklıma cemreler geldi, merak ettim ne zaman düşüyormuş acaba havaya diye, baktım hemen, 20 Şubat'mış; daha 10 gün var ilk cemreye...

Ama gün doğarken, orada sahilde yürürken, renkleri aklıma yazıp, denizin kokusunu ciğerlerime doldururken buz gibi, hissettim ki;yüreğime, ruhuma cemre düştü bu sabah ...

Aylar, belki yıllar sonra...





6 Şubat 2019 Çarşamba


Kendi kendime karar vermiştim, yıllar yıllar önce, bir şekilde evim ve ofisim ayrı kıtalara düştüğünde, demiştim ki bundan güzel bir sonuç da çıkabilir aslında, iyi yönünden bakmalıyım.
Her gün ama her gün İstanbul Boğazı'ndan geçeceğim, daha ne olsun.
Biliyorum, biliyorum, biraz züğürt tesellisi gibi geliyor ama biraz daha derinlikliydi aslında buradaki düşünce...

Önemli olan bir tek şey vardı, bir şekilde geçerken her ne yapıyorsam, uyumayı, telefonumla uğraşmayı ya da kitap okumayı kesip, başımı kaldırıp birkaç dakikalığıne bile olsa o muhteşem manzaranın tadını çıkarmalıydım.

Hala her görüşümde aynı şekilde nefesimi kesiyor İstanbul Boğazı...
Dedim ki kendi kendime, her gün o birkaç dakika kendime hayatın, bu şehrin güzelliklerini hatırlatmak ve benim için dünya üzerindeki en ama en güzel yere saygı duruşunda bulunmak demek olacak.

Her gün, elimden geldiğince, hele de Boğaziçi köprüsünden geçiyorsam, o birkaç dakika Boğaz'a, onun güzelliğine ve bende yarattığı tüm duygulara saygı duruşum benim.
Günlük hayat karmaşası içerisinde, bazen pek çok güzellikle karşılaşıp farkına bile varmıyoruz, yaşadığımız anı/anları kaçırıyoruz, bırakın onlara ayrıca vakit ayırmayı gözümünüzün önünde bile olsalar görmüyoruz.
Temelinde biraz da bu duygu yatıyordu kararımın, hayatın güzelliklerinin farkına varmak, kucaklamak...

Bu aralar, yani tam da Ekim ayının başlarında, her gün tam da Boğaziçi köprüsüne girdiğimiz saatlerde, güneş doğuyor Çamlıca tepesinin arkasından; kırmızı, sarı, yeşil, mavi, gökkuşağının tüm renklerini sanki gözküyüzüne dağıtmışsın gibi muhteşem renk oyunları yaparak bulutların arkasından, gördüğüm nefesimi kesen bu manzaranın muhteşem renkerlerinin yanında bir derinliği de olduğunu anlatmak ister gibi bana, kocaman ...
Gözlerim kamaşıyor manzara karşısında, sonra denizin mavi sularına bakıyorum, hatta bazen kurşuni, ve artık Kuleli'ye de selam veriyorum geçerken, seni düşünerek, nedense...