Kendi kendime karar
vermiştim, yıllar yıllar önce, bir şekilde evim ve ofisim ayrı kıtalara
düştüğünde, demiştim ki bundan güzel bir sonuç da çıkabilir aslında, iyi
yönünden bakmalıyım.
Her gün ama her gün
İstanbul Boğazı'ndan geçeceğim, daha ne olsun.
Biliyorum,
biliyorum, biraz züğürt tesellisi gibi geliyor ama biraz daha derinlikliydi
aslında buradaki düşünce...
Önemli olan bir tek
şey vardı, bir şekilde geçerken her ne yapıyorsam, uyumayı, telefonumla
uğraşmayı ya da kitap okumayı kesip, başımı kaldırıp birkaç dakikalığıne bile
olsa o muhteşem manzaranın tadını çıkarmalıydım.
Hala her görüşümde
aynı şekilde nefesimi kesiyor İstanbul Boğazı...
Dedim ki kendi
kendime, her gün o birkaç dakika kendime hayatın, bu şehrin güzelliklerini
hatırlatmak ve benim için dünya üzerindeki en ama en güzel yere saygı duruşunda
bulunmak demek olacak.
Her gün, elimden
geldiğince, hele de Boğaziçi köprüsünden geçiyorsam, o birkaç dakika Boğaz'a,
onun güzelliğine ve bende yarattığı tüm duygulara saygı duruşum benim.
Günlük hayat
karmaşası içerisinde, bazen pek çok güzellikle karşılaşıp farkına bile
varmıyoruz, yaşadığımız anı/anları kaçırıyoruz, bırakın onlara ayrıca vakit
ayırmayı gözümünüzün önünde bile olsalar görmüyoruz.
Temelinde biraz da
bu duygu yatıyordu kararımın, hayatın güzelliklerinin farkına varmak,
kucaklamak...
Bu aralar, yani tam
da Ekim ayının başlarında, her gün tam da Boğaziçi köprüsüne girdiğimiz
saatlerde, güneş doğuyor Çamlıca tepesinin arkasından; kırmızı, sarı, yeşil,
mavi, gökkuşağının tüm renklerini sanki gözküyüzüne dağıtmışsın gibi muhteşem
renk oyunları yaparak bulutların arkasından, gördüğüm nefesimi kesen bu
manzaranın muhteşem renkerlerinin yanında bir derinliği de olduğunu anlatmak
ister gibi bana, kocaman ...
Gözlerim kamaşıyor
manzara karşısında, sonra denizin mavi sularına bakıyorum, hatta bazen kurşuni,
ve artık Kuleli'ye de selam veriyorum geçerken, seni düşünerek, nedense...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder