6 Şubat 2019 Çarşamba


Kendi kendime karar vermiştim, yıllar yıllar önce, bir şekilde evim ve ofisim ayrı kıtalara düştüğünde, demiştim ki bundan güzel bir sonuç da çıkabilir aslında, iyi yönünden bakmalıyım.
Her gün ama her gün İstanbul Boğazı'ndan geçeceğim, daha ne olsun.
Biliyorum, biliyorum, biraz züğürt tesellisi gibi geliyor ama biraz daha derinlikliydi aslında buradaki düşünce...

Önemli olan bir tek şey vardı, bir şekilde geçerken her ne yapıyorsam, uyumayı, telefonumla uğraşmayı ya da kitap okumayı kesip, başımı kaldırıp birkaç dakikalığıne bile olsa o muhteşem manzaranın tadını çıkarmalıydım.

Hala her görüşümde aynı şekilde nefesimi kesiyor İstanbul Boğazı...
Dedim ki kendi kendime, her gün o birkaç dakika kendime hayatın, bu şehrin güzelliklerini hatırlatmak ve benim için dünya üzerindeki en ama en güzel yere saygı duruşunda bulunmak demek olacak.

Her gün, elimden geldiğince, hele de Boğaziçi köprüsünden geçiyorsam, o birkaç dakika Boğaz'a, onun güzelliğine ve bende yarattığı tüm duygulara saygı duruşum benim.
Günlük hayat karmaşası içerisinde, bazen pek çok güzellikle karşılaşıp farkına bile varmıyoruz, yaşadığımız anı/anları kaçırıyoruz, bırakın onlara ayrıca vakit ayırmayı gözümünüzün önünde bile olsalar görmüyoruz.
Temelinde biraz da bu duygu yatıyordu kararımın, hayatın güzelliklerinin farkına varmak, kucaklamak...

Bu aralar, yani tam da Ekim ayının başlarında, her gün tam da Boğaziçi köprüsüne girdiğimiz saatlerde, güneş doğuyor Çamlıca tepesinin arkasından; kırmızı, sarı, yeşil, mavi, gökkuşağının tüm renklerini sanki gözküyüzüne dağıtmışsın gibi muhteşem renk oyunları yaparak bulutların arkasından, gördüğüm nefesimi kesen bu manzaranın muhteşem renkerlerinin yanında bir derinliği de olduğunu anlatmak ister gibi bana, kocaman ...
Gözlerim kamaşıyor manzara karşısında, sonra denizin mavi sularına bakıyorum, hatta bazen kurşuni, ve artık Kuleli'ye de selam veriyorum geçerken, seni düşünerek, nedense...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder